17 Mart 2013 Pazar

FÜTÜRİST BAŞKALDIRI !


                                          
            Şubat 1909 İtalyasın’ da, Marinetti,  “Figaro” gazetesinde Fütürizm’in Manifestosu’nu yayınlar. Fütürizm, şiirin tarihi gelişimi içerisinde ilan edilmiş en önemli başkaldırılardan biridir.  Ancak bu, salt “sanatsal” bir başkaldırı mıdır? Marinetti ve yol arkadaşları sadece sanatsal kaygılardan dolayı mı böyle bir manifestoyu ilan etti?

            “Müzeleri, kitaplıkları ve her türlü akademiyi yıkmak ve ahlakçılığa, feminizme ve belli çıkarlar ve amaçlardan kaynaklanan korkaklığa karşı savaş açmak istiyoruz.” Çalışan, eğlenen ve ayaklananlara neden olan büyük insan kitlelerini yüceltmek istiyoruz; çağdaş başkentlerdeki renkli ve çok sesli devrimci akımları yüceltmek istiyoruz; göz kamaştıran elektrikli aylar tarafından aydınlatılan silah depolarını ve tersanelerini, dumanlı yılanlara benzer trenleri yutan istasyonları; göğe yükselen dumanlarıyla bulutlara asılı duran fabrikaları, dev aletleri gibi nehirlerin iki yakasını birleştiren ve güneş ışığında bıçak gibi parlayan köprüleri, göğü inleten ve serüvenler peşinde koşan vapurları, raylarda, borularla çevrelenmiş dev çelik beygirler gibi koşmakta olan geniş göğüslü lokomotifleri ve rüzgarda bir bayrak gibi sallanan ve coşkulu bir topluluğun alkışını andıran pervanesiyle göklerde kayarcasına uçan uçakları yüceltmek istiyoruz.”( Fütürizm Manifestosu- Marinetti).  Manifestonun sadece bu kısmı en başta sorduğum sorunun cevabını vermekte yeterlidir. Marinetti ve yol arkadaşlarının kaygısı sadece sanatsal değildi. Öyle olsaydı var olan ahlakçılağa, akademik değerlere, müzelere, yani “sistemin” ürettiklerine tepki göstermezlerdi. Bütün bunlar, açıkça dünyaya hakim olan değer yargılarına karşı yapılmış kökten bir başkaldırıdır. Bundan sonra bu akımın sanatsal temeli üzerinde durmakla beraber, akımı benimseyen şairleri irdeleyeceğim. Amacım fütürizmin salt sanatsal bir başkaldırı olmadığını daha detaylı bir şekilde göstermek.  

Sanat felsefesine göre, sanatta üç teknik vardır: Sanat yaratıcı bir faaliyettir, sanat bireysel bir faaliyettir, sanat doğanın takdir edilmesidir. Fütürist şairler bu üç teknikten hangisini tercih etti? Kuşkusuz bu soruya vereceğim cevap fütürizmin sanatsal temelini oluşturacaktır. Ancak fütürizmi bu üç teknikten birine yerleştirmek çok zor. Belki de en fazla doğanın takdir edilmesi uygun düşebilir. Fakat tam anlamıyla bu tekniği benimsediklerini söylemek de doğru olmaz. Fütürist şairler şiiri metafiziksel, daha açık bir ifadeyle dinsel kalıpların ya da dogmaların etkisinden sıyırmak istediler. Rus şair Mayakovski “Şiirin göklerden yere indirilmesi” cümlesiyle bunu en iyi şekilde ifade etmiştir. Böylece şiiri metafiziksel kalıpların boyunduruğundan kurtaran genç şairler, edebiyata, “materalizm” gibi gerçekçi bir bakış açısını getirmiş oldular. Buradan yola çıkılarak fütürizm akımının sanatsal temeli hakkında rahatlıkla fikir sahibi olunabilir.

Gelenekçiliğe yapılan “fütürist” başkaldırının bu kadar geniş bir alana ve bu kadar geniş bir zaman dilimine yayılmasında, Birincin Dünya Savaşı sonrası bir anda patlak veren “devrim fikrinin” etkili olduğu çok açık. Devrimci gençler, sokakta, dünyanın düzenini, burjuvanın değer yargılarını lanetlerken; fütürist şairler bunları, şiirlerinde ifade ediyordu.

Dünyadaki bu var olan dinamik ve devinimden Türkiyeli bir şair olan Nazım Hikmet Ran’ da oldukça etkilenmişti. Nazım ilk şiirlerindeki milliyetçi yaklaşımı, İstanbul’dan uzaklaşıp Kuvayi Milliye’ye katılması ve oradan da Rusya’ya geçerek aldığı eğitim sonucu ortadan kaldırmıştır. Şair, bir anda dünya edebiyatının kucağına düşmüş ve coşkun ruhu, dünyayı sarsan bu akımdan etkilenmesinde büyük kolaylık sağlamıştır. Ve Nazım Hikmet çok sevdiği ülkesine kısa bir süre sonra döndüğünde artık yeni bir şiir devrinin kapısını açtığının farkındadır: Toplumcu Gerçekçi Kuşağı. Nazım Hikmet yaptığı şiir devrimiyle, sanatını kullanarak halkın yanında olduğunu göstermeye çalışacağını ve yine sanatı aracılığıyla politika yapacağını açıkça belirtmekteydi. Fütürizm fikrindeki dinamik ve devinim olgusunu, kelimeleri, şiirin genelini rahatsız etmeyecek boyutta yavaşça parçalayarak yansıtmaya çalışmıştır.

Kuşkusuz Nazım Hikmet büyük bir şairdi ve dünyada kötü giden her şeye rağmen karamsar olmayan bir insandı. Nazım’ı büyük şair yapan şey neydi ve yılları hapishanelerde geçmiş olmasına rağmen neden karamsar olmadı? Benim görüşüm, Nazım’ı tanımanın yolu bu soruya doğru bir şekilde cevap vermekten geçer. Çok açıktır ki Nazım’ı büyük şair yapan şey onun düşünceleridir. Nazım Hikmet, hem sanat görüşü hem de politik görüşünün gerekleri doğrultusunda dünyadaki kurulu düzeni reddetmişti. O, sistemin ürettiği her şeye eleştirel bir bakış açısıyla yaklaştı. Değiştirilmesi gereken bir dünya var ve Nazım onu değiştirmek için uğraştı. Karamsar olamazdı. Çünkü yeni bir dünyayı karamsar olan düşünceler değil, umut dolu düşünceler oluşturabilirdi. Ancak yolunun çok çetin olduğu açık. Yeniden bir dünya oluşturmak, üstelik aksak giden noktaları olmasına rağmen, iyi de kurulmuş bir düzeni yıkıp yerine yenisi getirmek oldukça zor bir iştir. Bütün bu zorlukları yaşadı. Nazım Hikmet’in yaptığı neredeyse her şey iktidarı, dolayısıyla sistemi rahatsız etmeye başladı. Ancak Nazım, pes etme niyetinde değildi. Ve öyle de oldu. Ülkesinde yıllarca hapis yattı, işkence gördü, açlık grevine dahi yattı ancak Nazım bir kerecik bile olsun vazgeçmedi.  Çünkü inanmış bir şairdi. Düşüncelerine ve sanatına inanmış bir şair.




Adı dünyada en çok duyulan Türkiyeli şair Nazım, şüphesiz ki Türk ve Dünya Edebiyatı’na çok şey kazandırmıştır. Bütün bunlara rağmen Türkiye’nin, şairine karşı tavrı çok manidardır. “Ülkesinde ve Türkçesinde” kitapları uzun yıllar basılmamış hatta basılanlar toplatılmıştır. Nazım, adeta Türkiye’de, “hastalıklı vakalar” olarak adlandırdığım bir takım siyasilerin korkulu rüyası olmuştur. Bir sabah uyandığında kapısını açıp gazetesine almaya giderken, yeni günün bahşettiği o temiz havayı içine çektikten hemen sonra bu dünyaya veda eder Nazım. Kalbi artık yorulmuştur. “Rüzgara karşı yürüyen adam”, şimdi başucunda bir ceviz ağacı ve Puşkin gibi evrensel aydınlarla birlikte Moskova’da uyumakta. Yazımı “Şili’nin Nazım’ı” Pablo Neruda’nın  şiirinden bir kesitle sonlandırmak istiyorum:

Niçin öldün Nâzım?
Ne yaparız şimdi biz
şarkılarından yoksun?
Nerde buluruz başka bir pınar ki
orda bizi karşıladığın gülümseme olsun?
Seninki gibi ateşle su karışık
acıyla sevinç dolu,
gerçeğe çağıran bakışı nerde bulalım?
Kardeşim,
öyle yeni duygular, düşünceler yarattın ki bende,
denizden esen acı rüzgâr
kapacak olsa bunları
bulut gibi, yaprak gibi sürüklenir
yaşarken seçtiğin
ve ölümden sonra sana barınak olan
oraya, uzak toprağa düşerler.
……………………



                                                                                              EMRE ÇELEBİ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder