
1935 yılında doğan Yunanlı yönetmen Theo Angelopoulos politik sinemanın en önemli isimlerindendi. Eserlerinde bitmek bilmeyen yolculuklar, arayışlar, sınırlar özgürlük arayanlar vardır. Kamerasının önündeki hareketler uzun ve durgundur. Ama film bittikten sonra bu durağanlığın aslında hikayenin kapısı olduğunu anlarsınız.
Sembolleri ise hep aynıdır; sisli bir hava, yalnız biri,
yıkılmış evler, savaşın vurduğu kadınlar, çocuklar, göçmenler, köklerinden
koparılmış insanlar… Yunan sinemasının
dünyaya kazandırdığı isimlerden olan Angelopoulos; teknolojinin, modern ve
hızlı hayatın her geçen gün onun da hayatını biçeceğini görürcesine “Teknoloji ilerlerken vicdan berraklığını
yitirir” sözlerini hatırlıyoruz.
“Biz dünyayı
değiştirebileceğimize inandığımız bir kuşağız ancak değiştiremedik. Dünya daha
iyi hale gelmedi" diyen Angelopoulos sinemasını şöyle anlatıyor:
"Benim için sinema başlangıçta bir tür karabasan gibi olmuştu. 1946-1947 yılları arasında başladım ilk olarak sinemaya... Savaştan hemen sonra... 9 yaşındayken izlediğim bir film benim hayatımda çok etkili oldu. Filmde bir gangster elektrikli sandalyeye doğru götürülüyordu. Hiçbir şeyden korkmuyor gibi görünen bu gangster bir an oluyordu ve korkuyordu. Daha sonraki birkaç yıl boyunca bu sahne benim rüyalarıma giriyordu ve gangsterin 'ölmek istemiyorum' sözü bana karabasan oluyordu.
İlk filmim albayların diktatörlüğü üzerineydi. Ben o döneme ait bir takım gerçekliklerden yola çıkarak, bütünsel bir şeyler ortaya çıkarmaya çalıştım. Filmlerimde seyahatler, sürgünler benim temalarımdı. Yaşamım boyunca benim peşimi bırakmadılar, halen de bırakmıyorlar. Değişik temalar benim zihnime sürekli girip çıkıyor. Seyahatler, ayrılıklar, başıboş dolaşmalar...
Yolun yarısından biraz fazlasını gittiğimi düşünüyorum. Bu yolu tarihsel olayların peşinden koşmakla harcadım. O süre zarfında da imgeden nasıl yararlanacağımı öğrendim. İmgelere hakim olmaya çalışmadığımızda hakim olabiliyoruz. Her bitiş yeni bir başlangıç, bütün bunlar duygusal bir kaos içinde gerçekleşiyor. Yani, bu duyguları ifade edebilmek bir bakıma çok zor. Yeniden başlamak, bir kez daha yitirdiklerimizi yeniden bulmak için her seferinde yeni bir başlangıç yapıyoruz. Biz bilmediğimiz bir tanrıya dua eder gibi yapıyoruz.’’
"Benim için sinema başlangıçta bir tür karabasan gibi olmuştu. 1946-1947 yılları arasında başladım ilk olarak sinemaya... Savaştan hemen sonra... 9 yaşındayken izlediğim bir film benim hayatımda çok etkili oldu. Filmde bir gangster elektrikli sandalyeye doğru götürülüyordu. Hiçbir şeyden korkmuyor gibi görünen bu gangster bir an oluyordu ve korkuyordu. Daha sonraki birkaç yıl boyunca bu sahne benim rüyalarıma giriyordu ve gangsterin 'ölmek istemiyorum' sözü bana karabasan oluyordu.
İlk filmim albayların diktatörlüğü üzerineydi. Ben o döneme ait bir takım gerçekliklerden yola çıkarak, bütünsel bir şeyler ortaya çıkarmaya çalıştım. Filmlerimde seyahatler, sürgünler benim temalarımdı. Yaşamım boyunca benim peşimi bırakmadılar, halen de bırakmıyorlar. Değişik temalar benim zihnime sürekli girip çıkıyor. Seyahatler, ayrılıklar, başıboş dolaşmalar...
Yolun yarısından biraz fazlasını gittiğimi düşünüyorum. Bu yolu tarihsel olayların peşinden koşmakla harcadım. O süre zarfında da imgeden nasıl yararlanacağımı öğrendim. İmgelere hakim olmaya çalışmadığımızda hakim olabiliyoruz. Her bitiş yeni bir başlangıç, bütün bunlar duygusal bir kaos içinde gerçekleşiyor. Yani, bu duyguları ifade edebilmek bir bakıma çok zor. Yeniden başlamak, bir kez daha yitirdiklerimizi yeniden bulmak için her seferinde yeni bir başlangıç yapıyoruz. Biz bilmediğimiz bir tanrıya dua eder gibi yapıyoruz.’’
Anlattığı hikâyelerin sadeliği, yaratıcılığı,
yalınlığı ve coğrafya tanımazlığı, hangi ulustan olursak olalım, hangi
coğrafyada yaşarsak yaşayalım, onu bizden biri kılmıştır. Kadrajına giren her
karede kendimizden bir şey bulduğumuz, bizi sonsuz arayışlara sürükleyen
filmlerdir onun filmleri. Hiç kimseye yaranma derdinde olmayan, hiçbir sinema
hilesine başvurmadan, yaşamdan bir sahneyi alır ve öylece bizlere aktarır. Sanat
duruşu da, sanatsallığı da buradan gelir. O sadece gördüğü gerçekleri yansıtır.
Ve gördüğünü öyle yansıtır ki; Ne kumdan kaleler ne de
buzdan saraylar gibi yitip gidecektir.
Orhan
Soran Demir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder