17 Mart 2013 Pazar
ANGELOPOULOS- SİNEMA

1935 yılında doğan Yunanlı yönetmen Theo Angelopoulos politik sinemanın en önemli isimlerindendi. Eserlerinde bitmek bilmeyen yolculuklar, arayışlar, sınırlar özgürlük arayanlar vardır. Kamerasının önündeki hareketler uzun ve durgundur. Ama film bittikten sonra bu durağanlığın aslında hikayenin kapısı olduğunu anlarsınız.
Sembolleri ise hep aynıdır; sisli bir hava, yalnız biri,
yıkılmış evler, savaşın vurduğu kadınlar, çocuklar, göçmenler, köklerinden
koparılmış insanlar… Yunan sinemasının
dünyaya kazandırdığı isimlerden olan Angelopoulos; teknolojinin, modern ve
hızlı hayatın her geçen gün onun da hayatını biçeceğini görürcesine “Teknoloji ilerlerken vicdan berraklığını
yitirir” sözlerini hatırlıyoruz.
“Biz dünyayı
değiştirebileceğimize inandığımız bir kuşağız ancak değiştiremedik. Dünya daha
iyi hale gelmedi" diyen Angelopoulos sinemasını şöyle anlatıyor:
"Benim için sinema başlangıçta bir tür karabasan gibi olmuştu. 1946-1947 yılları arasında başladım ilk olarak sinemaya... Savaştan hemen sonra... 9 yaşındayken izlediğim bir film benim hayatımda çok etkili oldu. Filmde bir gangster elektrikli sandalyeye doğru götürülüyordu. Hiçbir şeyden korkmuyor gibi görünen bu gangster bir an oluyordu ve korkuyordu. Daha sonraki birkaç yıl boyunca bu sahne benim rüyalarıma giriyordu ve gangsterin 'ölmek istemiyorum' sözü bana karabasan oluyordu.
İlk filmim albayların diktatörlüğü üzerineydi. Ben o döneme ait bir takım gerçekliklerden yola çıkarak, bütünsel bir şeyler ortaya çıkarmaya çalıştım. Filmlerimde seyahatler, sürgünler benim temalarımdı. Yaşamım boyunca benim peşimi bırakmadılar, halen de bırakmıyorlar. Değişik temalar benim zihnime sürekli girip çıkıyor. Seyahatler, ayrılıklar, başıboş dolaşmalar...
Yolun yarısından biraz fazlasını gittiğimi düşünüyorum. Bu yolu tarihsel olayların peşinden koşmakla harcadım. O süre zarfında da imgeden nasıl yararlanacağımı öğrendim. İmgelere hakim olmaya çalışmadığımızda hakim olabiliyoruz. Her bitiş yeni bir başlangıç, bütün bunlar duygusal bir kaos içinde gerçekleşiyor. Yani, bu duyguları ifade edebilmek bir bakıma çok zor. Yeniden başlamak, bir kez daha yitirdiklerimizi yeniden bulmak için her seferinde yeni bir başlangıç yapıyoruz. Biz bilmediğimiz bir tanrıya dua eder gibi yapıyoruz.’’
"Benim için sinema başlangıçta bir tür karabasan gibi olmuştu. 1946-1947 yılları arasında başladım ilk olarak sinemaya... Savaştan hemen sonra... 9 yaşındayken izlediğim bir film benim hayatımda çok etkili oldu. Filmde bir gangster elektrikli sandalyeye doğru götürülüyordu. Hiçbir şeyden korkmuyor gibi görünen bu gangster bir an oluyordu ve korkuyordu. Daha sonraki birkaç yıl boyunca bu sahne benim rüyalarıma giriyordu ve gangsterin 'ölmek istemiyorum' sözü bana karabasan oluyordu.
İlk filmim albayların diktatörlüğü üzerineydi. Ben o döneme ait bir takım gerçekliklerden yola çıkarak, bütünsel bir şeyler ortaya çıkarmaya çalıştım. Filmlerimde seyahatler, sürgünler benim temalarımdı. Yaşamım boyunca benim peşimi bırakmadılar, halen de bırakmıyorlar. Değişik temalar benim zihnime sürekli girip çıkıyor. Seyahatler, ayrılıklar, başıboş dolaşmalar...
Yolun yarısından biraz fazlasını gittiğimi düşünüyorum. Bu yolu tarihsel olayların peşinden koşmakla harcadım. O süre zarfında da imgeden nasıl yararlanacağımı öğrendim. İmgelere hakim olmaya çalışmadığımızda hakim olabiliyoruz. Her bitiş yeni bir başlangıç, bütün bunlar duygusal bir kaos içinde gerçekleşiyor. Yani, bu duyguları ifade edebilmek bir bakıma çok zor. Yeniden başlamak, bir kez daha yitirdiklerimizi yeniden bulmak için her seferinde yeni bir başlangıç yapıyoruz. Biz bilmediğimiz bir tanrıya dua eder gibi yapıyoruz.’’
Anlattığı hikâyelerin sadeliği, yaratıcılığı,
yalınlığı ve coğrafya tanımazlığı, hangi ulustan olursak olalım, hangi
coğrafyada yaşarsak yaşayalım, onu bizden biri kılmıştır. Kadrajına giren her
karede kendimizden bir şey bulduğumuz, bizi sonsuz arayışlara sürükleyen
filmlerdir onun filmleri. Hiç kimseye yaranma derdinde olmayan, hiçbir sinema
hilesine başvurmadan, yaşamdan bir sahneyi alır ve öylece bizlere aktarır. Sanat
duruşu da, sanatsallığı da buradan gelir. O sadece gördüğü gerçekleri yansıtır.
Ve gördüğünü öyle yansıtır ki; Ne kumdan kaleler ne de
buzdan saraylar gibi yitip gidecektir.
Orhan
Soran Demir
EDEBİYAT KULÜBÜ

Edebiyat Kulübü Orman Fakültesi’nin ilk, yani en eski kulübüdür. Edebiyat Kulübü yaptığı tüm faaliyetlerinde bünyesinde barındırdığı bu gerçeği göz önünde bulundurmuş ve bulundurmaya devam edecektir. Ancak hiç kuşkusuz Edebiyat Kulübü en eski kulüp olmakla birlikte tarihin tozlu sayfalarına boğulmuş bir kulüp değil aksine diyalektik süreç içerisinde ilerlemiş, güncelliğini her zaman korumuştur. Elinizde tuttuğunuz dergi aslında Edebiyat Kulübü’nün ne kadar güncel ve aktif bir kulüp olduğunun bir ispatıdır.
Edebiyat
Kulübü’nün tarihi bize hep bir açık kapı ya da yol bırakmıştır. Biz bugünün
Edebiyat Kulübü üyeleri olarak bu birikime karşı dursaydık belki de en
“kibirli” yaklaşımı sergilemiş olacaktık. Ancak biz bu birikimi sahiplenip
–gurur duyarak- yolumuza devam ettik. Edebiyat, tarih boyunca tıpkı diğer sanat dalları gibi hep
susturulmaya, yok sayılmaya maruz kalmıştır. Hep birazcık tedirgin etmiştir
bazı kesimleri edebiyat. Hiç kuşkusuz biz bunun da bilincindeyiz. Kitapların
yasaklandığı bir ülkede yaşadığımızı, yasakları ve hegemonyasıyla ünlü bir
kurumun yönettiği üniversitelerde okuduğumuzun da bilincindeyiz. Ancak ne olursa olsun bizim için yazmak,
okumak, ifade etmek çok heyecan verici. Bizler bu heyecanı yaşamak istiyoruz.
.jpg)
.jpg)
Kulüp
üyeleri olarak Levent Kültür Merkez’inde gerçekleştirilen “Bir belgesel, bir
gazeteci, çay ve simit” konsepti dahilinde gösterilen çocuk gelinleri anlatan “Evcilik”
adlı belgesel film gösterimine katılım gösterdik. Film gösterimi ardından
yönetmenle yapılan söyleşiye de katılarak eğlenceli ve bir o kadar da eğitici
vakitler geçirdik.
Bu
dönem yaptığımız son etkinlik ise “Şiir Dinletisi” olmuştur. Bu etkinlik
kapsamında dilediğimiz şiiri, dilediğimiz duyguları yaşayarak okuduk, kendimizi
şiirle ifade ettik. Etkinliğimizde
Türkiye’li şairlerle birlikte evrensel şairlerin de şiirlerine yer verdik.
EDEBİYAT KULÜBÜ YÖNETİM KURULU
EDEBİYAT KULÜBÜ YÖNETİM KURULU
İLETİŞİM: kulupedebiyat@yahoo.com
ORFOY
“Sanat
içinde geleceği
barındıran bir silahtır…”
1992
yılında bir araya gelen bir grup tiyatro gönüllüsü Orman Fakültesi öğrencisinin
“kendilerini ve hayatı daha yakından
tanıyıp gördüklerini insanlara da anlatmak'' için kurduğu Orfoy, birçok
oyunla sahnedeydi bugüne kadar. Her amatör tiyatro gibi karşılaştığı haylice
engeli tiyatro aşkıyla atlatmış bizden önceki Orfoylular. 'Bitmeyen Kavga' larla başlamıştı hayat hikayesi
Orfoy’un. Gelincik, Beş parasız, Çiğdem Çiçekleri, Hasta, Kız İsteme, Kimiz?,
Deliler ve Geldiler ile devam etti.
Tiyatro
bir ülkenin yapılanmasında en anlamlı ve yararlı araçlardan biri, o ülkenin
gelişimini ya da çöküşünü gösteren bir ölçüdür. Trajediden vodvile çeşitli
alanlarda iyi yönlendirilmiş, duyarlı bir tiyatro, bir kaç yıl içinde halkın
duyarlılığını etkileyip değiştirebilir; parçalanmış, kanatların yerine pençeler
konmuş bir tiyatro ise, bir ulusun tamamını uyutur, kabalaştırır.
Tiyatro,
ağlamanın ve gülmenin okuludur, eski veya yanlış ahlaki değerlerin
sorgulandığı, geçerliliğini daima koruyan insani duyguların canlı örneklerle
dile getirildiği, herkese açık bir kürsüdür.
“Tiyatrosunu desteklemeyen bir halk,
ölmemişse de can çekişiyordur; Halkının toplumsal, tarihi akışını, insanlarının
dramını ve ruhunun gerçek rengini kahkaha veya göz yaşlarıyla aktaramayan
tiyatro, tiyatro adıyla anılmaya layık değildir. Ancak bir oyun salonu veya
zaman öldürmek denen korkunç faaliyetin yer aldığı bir mekandır.”(Federico
Garcia Lorca,Yerma Prömiyeri) dedi yazar; bugün artık sözümüzü Lorca'nın
“Eskicinin Tazesi” ile kendi lisanımızca söylüyoruz. Kıssadan hisse çıkarmak
isteyenlere emsal ola…
“biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz
kuklacı felek usta, kuklalarda biz
oyuna çıkıyoruz birer, ikişer;
bittimi oyun, sandıktayız hepimiz”
kuklacı felek usta, kuklalarda biz
oyuna çıkıyoruz birer, ikişer;
bittimi oyun, sandıktayız hepimiz”
Ömer Hayyam
…Orfoy’un yirminci yılına dair.
ORFOY-
ORMAN FAKÜLTESİ OYUNCULARI
PEMÖT
PEYZAJ
MİMARLARI ÖĞRENCİ TOPLULUĞU
1989
yılında fakültemizde Peyzaj Mimarlığı bölümü kuruldu. Kuruluşundan kısa bir
süre sonra mesleki öğrenci örgütlenmesi olan Peyzaj Mimarlığı Öğrenci Topluluğu
oluşturuldu. PEMÖT, mesleki örgütlenmenin küçük bir birimi olmasının yanında
aynı zamanda öğrenciler arasındaki yardımlaşma ve dayanışmayı sağlayan sosyal
bir kulüptür.
PEMÖT,
Peyzaj Mimarlığı bölümünde eğitime başlayarak mesleğe ilk adımını atan
öğrencilere, Peyzaj Mimarlığı bölümü hakkında fakültedeki en sağlıklı ve doğru
bilgileri vermeyi amaç edinen tek kulüptür. Bu amaç doğrultusunda
öğrencilere; gerçekleştirdiği teknik
geziler, sempozyumlar ve seminerler aracılığıyla ulaşmaya çalışır.
Her sene düzenlenen TÜYAP Bahçe Fuarı’nda
üniversitemizi temsil eden kulübümüz aynı zamanda mesleğe yardımcı diğer tüm
fuarlara toplu katılım sağlamaktadır. Bunun yanı sıra proje yarışmalarını takip
edip katılım göstererek fakültemize bir çok derece kazandırmıştır.
Mesleki aktivitelerin ve çalışmaların yanı
sıra sosyal faaliyetlerin öneminin de farkında olan PEMÖT tiyatro, konser ve
okulumuz öğrenci şenlikleri düzenlenmesi gibi öğrenciler arasındaki iletişimi
geliştiren etkinliklere de katılmaktadır.
Öğrencilerin
çalışma alanı sıkıntısının farkında olup bunun için büyük bir adım atarak maket
ve çizim yapmaya uygun yeni bir oda ve çizim masası ihtiyaçlarını gideren kulübümüz,
bu odayı en kısa zamanda öğrencilerin kullanabileceği bir yer haline
getirecektir. Aynı zamanda kulübümüz, sahip olduğu dijital kütüphanesiyle
öğrenciler arası bilgi alış verişini sağlamaktadır.
Dayanışma başarıyı insanların ayağına getiren en önemli unsurlardan
biridir. PEMÖT birlikte hareket ile neler yapılabileceğini ispatlamıştır. Hiç
kuşkusuz kulübümüz fakültemizde bu dayanışmayı ve birlikteliği sağlamayı devam
ettirecektir. Birlikte yapılan işlerde çok daha aktif ve başarılı olacağımız
düşüncesiyle bütün öğrencilere birlikte hareket etmek için çağrıda bulunuyoruz.
PEMÖT tüm fikir ve taleplerinize açıktır.
Birlikte daha güzel işler başarmak dileğiyle…
PEMÖT Telefon Numarası:05376034452
Mail Grubu : pmotgroup@ gmail.com
GÜLİSTAN
SEVİNÇ
HES (HİDROELEKTRİK SANTRALLER)
BAŞYAZI
Yaşam kaynağımız ve en önemli
gereksinimimiz olan su, hayatımızda ve kültürümüzde her zaman oldukça önemli
bir yer edinmiştir. Suyun bize ve tüm canlılara kattığı temel ihtiyacın yanı
sıra, su artık günümüzde ticari boyutta bir alışverişe mal olmuştur. Suyun ticari
boyutu denince de Türkiye’de HES projeleri karşımıza çıkıyor. Şüphesiz ki başta
televizyonlarda, gazetelerde, çevremizde sıkça karşımıza çıkan, belki de HES
bölgelerinde yaşayıp birebir şahit olduğumuz bu konu hakkında az çok
haberdarız. Fakat biz Orman Fakültesi öğrencileri olarak bu konuyu sadece bu
kadarla bırakmak yerine, başta insani değerleri sonra mesleğimizin de getirdiği
sorumlulukları göz önünde bulundurarak bu konuyla daha çok ilgilenmemiz ve
duyarsız kalmamamız gerektiği kanısındayım; isterseniz bu konuyu tekrar bir
gözden geçirelim!
HES NEDİR?
Ülkemizde şuan 2000’in üstünde HES
projesi var. HES’lerin yaklaşık 1500’ü
Karadeniz Bölgesi’nde 150 tanesi Trabzon’da, 36 tanesi sadece Solaklı
havzasının üzerindedir. Yani Karadeniz’in güzellikleri HES’ten kaybolmuş
durumda. Diğerleri ise Rize, Artvin, Giresun, Gümüşhane, Samsun, Kayseri,
Antalya, Bursa, Mersin, Ordu, Tunceli, Muğla, Zonguldak, Sinop, Eskişehir,
Sakarya, Şırnak, Denizli gibi illerde yapım aşamasındadır. 2023
yılında HES sayısının 4000 civarı olması bekleniyor.
HES’ler, suyun potansiyel enerjisini kinetik
enerjiye dönüştürerek elektrik enerjisi elde etme denerek basitçe tanımlanan ve
hükümetin tabiriyle “enerjide dışa bağımlılığı bitirecek projeler” olarak
biliniyor. Ancak işin ötesinde özel şirketlere su pazarlamak ve bir damlası
bile hayati önem taşıyan suyumuzdan “rant” elde etmek yatıyor. Gittikçe de
Türkiye’nin bir numaralı sorunu olma yönünde ilerliyor.
HES’ler ‘yatırımı
kolaylaştırıyoruz’ adı altında manipüle edilerek ulus ötesi şirketler ve
onların yerli ortaklarına sunulan ticari anlaşmalardır.
ZARARLARIYLA HES
Dünya üzerindeki en büyük 140 nehir barajlarla
bölünmektedir. Bu da ırmakların ekolojisine zarar vermekte ve yer altı suları
zayıflamakta hatta tamamen kesilebilmektedir. Barajlar, nehirlerin akmasını
engelleyip, kıyılardaki deltaları zayıflatarak nehirlerin ve deltaların denizlerin
himayesine girmesine neden olmaktadır. Böylece deltalarda tarım yapabilme
ihtimali kalmamaktadır.
Gerçek şu ki yapılan çalışmalar ve kurulan
düzenekler doğaya ve tabiata geri dönülmez tahribatlar veriyor. Başta,
yapılacak olan akarsu ve derelerin akış güzergâhı değiştiriliyor veya su
yatağında kesiliyor; bu da ekolojik dengeyi altüst ederek canlı hayatını
tehlikeye atıyor ve oraya özgü endemik canlı türleri yok oluyor. Aynı
vadi üzerinde onlarca HES projesi geliştirilmesi; vadilerde akan derelerin dev
tünellere alınarak taşınması, proje çalışmaları sırasında doğal yaşam alanlarına
geri dönüşümsüz zararlar verilmesi, doğal zenginliklerin, fauna ve floranın yok
edilme tehlikesiyle karşı karşıya gelmesi demek…
MUNZUR EFSANESİ VE HES GERÇEĞİ
Evvelden kendim de bir Dersimli olarak halkımızın suya ve toprağına, kültürüne ve geleneğine ne
kadar sadık olduğunu ve onlar için önemini vurgulamak için nesillerdir
ninelerimizin anlattığı bir efsaneyi kısaca paylaşmak istiyorum;
Derler ki,
çok eskilerde bugünkü Tunceli ili Ovacık ilçesine bağlı Koyungölü Köyü
civarında hanımıyla yaşayan yaşlı bir ağanın işlerini yapan Munzur adında
kimsesiz bir yanaşması varmış. Munzur ağanın tüm işlerini eksiksiz severek
yapar, bağlılıkta, doğrulukta eşi bulunmaz, hiç bir canlıyı incitmez,
hizmetinde kusur etmezmiş…
Bir gün ağa ibadet için uzaklara aylarca yol
gitmiş. Ağanın hanımı bir gün Munzur’u çağırıp yaptığı taze helvadan vermiş ve
ağanın bunu çok sevdiğini söyleyerek özlemini belirtmiş. Munzur da hanımdan bir
kaba ağasının payını koymasını isteyerek ağasına götüreceğini söylemiş. Hanım
Munzur’un saflığına verip kaba helva koyup vermiş. Hikmet o ki, Munzur ağanın
yanında belirip helva dolu tası bırakıp kaybolmuş. Hanıma da helvayı ağasına
götürdüğünü haber vermiş fakat hanım saflığına vermiş.
Derken ağanın
geleceği zaman tüm köy halkı ve Munzur elinde bir kap sütle karşılamaya gitmiş.
Herkes ağanın elini öpmeye yeltenirken ağa Munzur’un elini öpmeye yeltenmiş ve
kendisine helva getirdiğini onun derviş olduğunu anlatmış. Tüm köy halkı ve ağa
Munzur’a doğrulmuş. Munzur ise mütevazı olduğundan ötürü bunu kabul etmemiş ve
dağlara doğru koşmaya başlamış. Koşarken elindeki sütün döküldüğü yerden köpük
köpük sular fışkırmış ve köylüyle arasında bir vadi oluşturmuş ve Munzur
dağlarda gözden kaybolmuş.
İşte
Munzur adı buradan gelir ve Tunceli-Ovacık arasında uzanan
Munzur Vadisi’nin 42.000 hektarlık alanı, 1971 Yılı’nda Ulusal Park ilan
edilmiştir. Fakat ne yazık ki buraya yapılması düşünülen HES projeleri ve
barajlarla, buranın korunması için bunun yeterli bir neden olarak görülmediği
ortadadır. Munzur Vadisi Millî Parkı sınırları dâhilinde bulunan Mercan
Hidroelektrik Santrali'nde hâlihazırda elektrik enerjisi üretimi yapılmaktadır.
Munzur Vadisi’nde baraj yapmak, ekolojik
dengeyi bozmak, yaban hayatını tahrip etmek, endemik türleri yok etmek, iklimin
değiştirilmesi demektir. Dahası, Munzur ırmağının yanındaki Anafatma gibi
Aleviler’in ibadet yapıp adak adadıkları kutsal yerlerin su altında kalması
demek. Halkın isteği, Tunceli doğasını koruyarak, doğanın sunduğu ekonomik
potansiyeli değerlendirmektir.
Munzur Vadisi ile çevresinin doğasının
yıkıma uğratılması, aynı zamanda büyük çaplı demografik değişmelere yol açarak;
başlamış olan “geri dönüş” sürecini durdurur, hatta yeni “göç”lere de neden
olur. Çünkü, Tunceli’de yaşamın ekonomik ve kültürel altyapısı; “su” ve
“dağ”dır. Suyun, baraj rezervuarlarında tutulması; O’nu kirletir ve hayat
verdiği canlıları yok eder. Susuz kalmış vadiler ile “su vermeyen” dağların
ekolojik dengesi alt-üst olur, bitki ve hayvan türleri bakımından alabildiğine
“yoksul”laşır. Kısaca; suların, vadilerin, dağların doğal ve “efsanevi”
çekiciliği biter... Dersimli için bu durumun anlamı, Munzur da hayatın yok
olmasıdır ki bu Türkiye’deki HES’lerden sadece bir örnek.
ALTERNATİF
ENERJİ KAYNAKLARI
Dünyada herkesin alternatif enerji
kaynaklarına(güneş ve rüzgâr enerjisi gibi) yöneldiği bir dönemde Türkiye’de
yatırımcıların hes lisansları için sırada oldukları bir gerçek. Türkiye HES bakımından
dünya sıralamasında 3.büyük ülke olmasına(ve bununla gurur duyulmasına) karşın
rüzgâr santralleri bakımından sıralamanın en gerilerinde bulunuyor.
Dünyada kalkınma sağlayan ülkeler,
başlangıçta, kendi kalkınmaları için az gelişmiş ülkelerin kaynaklarını
kullanmış ve gelişme sürecinde kendi ülkelerinde yıkım yapmamışlardır.
Özellikle yıkımdan en çok etkilenen kıta Afrika olmuştur. Şu anda bile
Afrika’da çok ciddi maden çıkarma faaliyetleri vardır. Dünyanın en büyük
barajlarından olan Nil Nehri üzerindeki Assuan,
artık çözülmesi mümkün olmayan ve ekonomik zararı son derece yüksek
sorunlar doğurdu. Baraj nedeniyle Nil Nehri’nin taşıdığı tortullarla beslenen
kıyılar aşındı, besin maddesi bulamayan Akdeniz’in ekonomik değere sahip balık
stokları büyük ölçüde azaldı.
HES’lerin yapıldığı tüm tahsisler,
genellikle el değmemiş vadiler ve eşsiz doğal alanlardır. Türkiye’de el
değmemiş doğal alanlar eşsiz bitki, ağaç ve orman varlığını barındırmaktadır.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye’ye HES’lerin vereceği orman ve dolayısıyla ağaç
tahribatı tahminlerin ve hesapların çok ötesinde olacaktır. HES’ lere ait
tesisatların, geçirileceği güzergâhlara ulaşabilmek için yeni 4-6 metre
genişliğinde, 15 metre yüzey alanda yol çalışması yapılması gerekmektedir.
Yolların uzunluğu kilometrelerce ise hektarlarca alanda çalışma demektir. Bu da
hektarlarca alanda ağaç kesimini getirecektir. Bu nedenlerle tam anlamıyla ağaç
katliamları yaşanacaktır.
YASAL DAYANAKLARIYLA HES
6094 sayılı "Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Kullanımı"
yasasında şirketlere tanınan ‘su kullanım hakkı’ ile
şirketler, baraj göllerindeki suyun idaresini tamamen ele geçiriyorlar ve hatta
bu anlaşma imzalandıktan sonra kararlaştırılan HES sayısında artmalar yapılıyor.
Bunu da hiçbir gerekçe veya zaten devre dışı bırakılmak istenen ÇED raporları
sunmadan yapıyorlar. Bu da onların tam anlamıyla kâr-çıkar
hesaplamaları yaptıklarını yani çevrenin aslında umurlarında olmadıklarını
kanıtlar.
HALK MÜCADELESİ
Rize’nin
Çamlıhemşin ilçesine bağlı Fırtına Vadisi ile İkizdere ve Fındıklı-Çağlayan
Vadileri üzerine kurulmak istenen HES’lerden sonra Çayeli ilçesinin Çataldere köyü sınırları içinde de
HES yapılmaya başlandı. Bölgede yapımı
süren çalışmaların doğa katliamlarının yanı sıra çevrenin ekolojisine de zarar verdiğini
söyleyen Çataldere köylüleri, santral yapımına karşı çıkmaları halinde tehdit
aldıklarını ileri sürdüler.
HES’lerle ilgili açıklama yapan Fırtına vadisi
avukatlarından Avni Remzi Kazmaz hükümetin HES’lere karşı verilen tepkileri
duymazdan geldiğini kaydediyor ve ekliyor; “Dünya emperyalist ülkeleri, bizim
ünlü siyasetçilerimizle müteahhitlerimiz el ele vererek bin bir canlının
yaşadığı Karadeniz’i yaptıkları betonarme sahil yoluyla öldürdüler. Şimdi de
derelere göz diktiler. ”
Görünen o ki yapılan bu sahil yolu ve
hemen yanına yapılması düşünülen çoğu HES projesi bir tesadüf değil. Hatta yine
bu sahil yolu ile birleştirilerek yapılması planlanan üçüncü köprü ve trafiğin
genel olarak ticari araçlar ve tren yolu için düşünülmüş olması da insanı düşündürüyor…
-Şimdi bütün Anadolu’yu korumak için verilen
mücadelenin temel dayanağı olan hukuksal haklar ‘ Tabiatı ve Biyolojik
Çeşitliliği Koruma Kanunu’ adı altında elimizden alınmak isteniyor.
-Santrallerin yapılmasıyla, yörelerde yaşanan
susuzlukla birlikte halk kısa bir süre içerisinde yüzyıllardır yaşadığı bölgesinden
göçmeye başlamış ve yörelerde hızla madencilik çalışmaları başlamıştır. (En çok
korkulan durum Artvin’de oluşmaya başlamıştır) Önümüzdeki dönemde bu manzara
tüm ülkemizde önümüze çıkmaya başlayacaktır.
-Gelecekte enerji üretmekten çok, küresel ısınmayla
birlikte daha da değerlenecek olan suyun pazarlanma konusu, bu yapımcı
şirketlerin iştahını kabartmaktadır. Günümüzde ve gelecekte doğru kullanılmazsa
‘petrol kavgalarının’ yerini ‘su kavgalarının’ alacağı artık herkesçe tahmin
edilmektedir.
İkizdere’de
4 hes yapılmış. Fakat bu da yetmemiş 74 kilometrelik bu dereye, tam 22 tane hes
yapılması düşünülmüş. Kardeş Dereler Platformunun 5 yıl süren mücadelesinden
sonra hem mahkeme iptal kararı hem de Tabiat Varlıkları Kurulu sit kararı
almış.
HES’lere
karşı yürütülen hukuksal süreçte bu güne kadar toplam 25 HES projesi için
‘yürütmeyi durdurma’ veya ‘iptal’ kararı verildi. Yargı, son olarak Muğla
Yuvarlakçay ile Artvin Yusufeli ve Maçahel’deki HES projelerine ‘dur’ dedi. Ama
onlar hukuk alanında aldıkları bu yenilginin rövanşını 2000 yılından beri
beklettikleri Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Yasası’nı TBMM’ne getirerek almaya niyetlendiler. Eğer bu yasa
çıkarsa Anadolu’nun ölüm fermanını imzalayacaklar.
Bu bölgenin
ve ülkemizin sahip olduğu bu doğal zenginlik ve potansiyel, boşa aktığı
zannedilen bu suların eseridir. Gelecek nesillere bırakacağımız ve bize ait
olan değerlere sahip çıkalım…
Şenay ADANIR
FÜTÜRİST BAŞKALDIRI !
Şubat
1909 İtalyasın’ da, Marinetti, “Figaro”
gazetesinde Fütürizm’in Manifestosu’nu yayınlar. Fütürizm, şiirin tarihi
gelişimi içerisinde ilan edilmiş en önemli başkaldırılardan biridir. Ancak bu, salt “sanatsal” bir başkaldırı
mıdır? Marinetti ve yol arkadaşları sadece sanatsal kaygılardan dolayı mı böyle
bir manifestoyu ilan etti?
“Müzeleri, kitaplıkları ve her türlü akademiyi yıkmak ve
ahlakçılığa, feminizme ve belli çıkarlar ve amaçlardan kaynaklanan korkaklığa
karşı savaş açmak istiyoruz.” Çalışan, eğlenen ve ayaklananlara neden olan
büyük insan kitlelerini yüceltmek istiyoruz; çağdaş başkentlerdeki renkli ve
çok sesli devrimci akımları yüceltmek istiyoruz; göz kamaştıran elektrikli
aylar tarafından aydınlatılan silah depolarını ve tersanelerini, dumanlı yılanlara
benzer trenleri yutan istasyonları; göğe yükselen dumanlarıyla bulutlara asılı
duran fabrikaları, dev aletleri gibi nehirlerin iki yakasını birleştiren ve
güneş ışığında bıçak gibi parlayan köprüleri, göğü inleten ve serüvenler peşinde
koşan vapurları, raylarda, borularla çevrelenmiş dev çelik beygirler gibi
koşmakta olan geniş göğüslü lokomotifleri ve rüzgarda bir bayrak gibi sallanan
ve coşkulu bir topluluğun alkışını andıran pervanesiyle göklerde kayarcasına uçan
uçakları yüceltmek istiyoruz.”( Fütürizm Manifestosu- Marinetti). Manifestonun sadece bu kısmı en başta sorduğum
sorunun cevabını vermekte yeterlidir. Marinetti ve yol arkadaşlarının kaygısı
sadece sanatsal değildi. Öyle olsaydı var olan ahlakçılağa, akademik değerlere,
müzelere, yani “sistemin” ürettiklerine tepki göstermezlerdi. Bütün bunlar,
açıkça dünyaya hakim olan değer yargılarına karşı yapılmış kökten bir
başkaldırıdır. Bundan sonra bu akımın sanatsal temeli üzerinde durmakla
beraber, akımı benimseyen şairleri irdeleyeceğim. Amacım fütürizmin salt
sanatsal bir başkaldırı olmadığını daha detaylı bir şekilde göstermek.
Sanat felsefesine göre, sanatta üç teknik vardır: Sanat yaratıcı
bir faaliyettir, sanat bireysel bir faaliyettir, sanat doğanın takdir
edilmesidir. Fütürist şairler bu üç teknikten hangisini tercih etti? Kuşkusuz bu
soruya vereceğim cevap fütürizmin sanatsal temelini oluşturacaktır. Ancak
fütürizmi bu üç teknikten birine yerleştirmek çok zor. Belki de en fazla
doğanın takdir edilmesi uygun düşebilir. Fakat tam anlamıyla bu tekniği
benimsediklerini söylemek de doğru olmaz. Fütürist şairler şiiri metafiziksel,
daha açık bir ifadeyle dinsel kalıpların ya da dogmaların etkisinden sıyırmak
istediler. Rus şair Mayakovski “Şiirin göklerden yere indirilmesi” cümlesiyle bunu
en iyi şekilde ifade etmiştir. Böylece şiiri metafiziksel kalıpların boyunduruğundan
kurtaran genç şairler, edebiyata, “materalizm” gibi gerçekçi bir bakış açısını
getirmiş oldular. Buradan yola çıkılarak fütürizm akımının sanatsal temeli
hakkında rahatlıkla fikir sahibi olunabilir.
Gelenekçiliğe yapılan
“fütürist” başkaldırının bu kadar geniş bir alana ve bu kadar geniş bir zaman
dilimine yayılmasında, Birincin Dünya Savaşı sonrası bir anda patlak veren
“devrim fikrinin” etkili olduğu çok açık. Devrimci gençler, sokakta, dünyanın
düzenini, burjuvanın değer yargılarını lanetlerken; fütürist şairler bunları,
şiirlerinde ifade ediyordu.
Dünyadaki bu var olan
dinamik ve devinimden Türkiyeli bir şair olan Nazım Hikmet Ran’ da oldukça
etkilenmişti. Nazım ilk şiirlerindeki milliyetçi yaklaşımı, İstanbul’dan
uzaklaşıp Kuvayi Milliye’ye katılması ve oradan da Rusya’ya geçerek aldığı
eğitim sonucu ortadan kaldırmıştır. Şair, bir anda dünya edebiyatının kucağına
düşmüş ve coşkun ruhu, dünyayı sarsan bu akımdan etkilenmesinde büyük kolaylık
sağlamıştır. Ve Nazım Hikmet çok sevdiği ülkesine kısa bir süre sonra
döndüğünde artık yeni bir şiir devrinin kapısını açtığının farkındadır:
Toplumcu Gerçekçi Kuşağı. Nazım Hikmet yaptığı şiir devrimiyle, sanatını
kullanarak halkın yanında olduğunu göstermeye çalışacağını ve yine sanatı
aracılığıyla politika yapacağını açıkça belirtmekteydi. Fütürizm fikrindeki dinamik ve devinim olgusunu, kelimeleri, şiirin
genelini rahatsız etmeyecek boyutta yavaşça parçalayarak yansıtmaya
çalışmıştır.
Kuşkusuz Nazım Hikmet büyük bir şairdi ve dünyada kötü giden her şeye rağmen
karamsar olmayan bir insandı. Nazım’ı büyük şair yapan şey neydi ve yılları
hapishanelerde geçmiş olmasına rağmen neden karamsar olmadı? Benim görüşüm,
Nazım’ı tanımanın yolu bu soruya doğru bir şekilde cevap vermekten geçer. Çok
açıktır ki Nazım’ı büyük şair yapan şey onun düşünceleridir. Nazım Hikmet, hem sanat
görüşü hem de politik görüşünün gerekleri doğrultusunda dünyadaki kurulu düzeni
reddetmişti. O, sistemin ürettiği her şeye eleştirel bir bakış açısıyla
yaklaştı. Değiştirilmesi gereken bir dünya var ve Nazım onu değiştirmek için
uğraştı. Karamsar olamazdı. Çünkü yeni bir dünyayı karamsar olan düşünceler
değil, umut dolu düşünceler oluşturabilirdi. Ancak yolunun çok çetin olduğu
açık. Yeniden bir dünya oluşturmak, üstelik aksak giden noktaları olmasına
rağmen, iyi de kurulmuş bir düzeni yıkıp yerine yenisi getirmek oldukça zor bir
iştir. Bütün bu zorlukları yaşadı. Nazım Hikmet’in
yaptığı neredeyse her şey iktidarı, dolayısıyla sistemi rahatsız etmeye
başladı. Ancak Nazım, pes etme niyetinde değildi. Ve öyle de oldu. Ülkesinde
yıllarca hapis yattı, işkence gördü, açlık grevine dahi yattı ancak Nazım bir
kerecik bile olsun vazgeçmedi. Çünkü inanmış bir şairdi. Düşüncelerine ve
sanatına inanmış bir şair.
Adı dünyada en çok duyulan Türkiyeli şair Nazım, şüphesiz ki Türk ve
Dünya Edebiyatı’na çok şey kazandırmıştır. Bütün bunlara rağmen Türkiye’nin, şairine
karşı tavrı çok manidardır. “Ülkesinde ve
Türkçesinde” kitapları uzun yıllar basılmamış hatta basılanlar
toplatılmıştır. Nazım, adeta Türkiye’de, “hastalıklı vakalar” olarak
adlandırdığım bir takım siyasilerin korkulu rüyası olmuştur. Bir sabah uyandığında kapısını açıp gazetesine almaya giderken,
yeni günün bahşettiği o temiz havayı içine çektikten hemen sonra bu dünyaya
veda eder Nazım. Kalbi artık yorulmuştur. “Rüzgara
karşı yürüyen adam”, şimdi başucunda bir ceviz ağacı ve Puşkin gibi
evrensel aydınlarla birlikte Moskova’da uyumakta. Yazımı “Şili’nin Nazım’ı”
Pablo Neruda’nın şiirinden bir kesitle
sonlandırmak istiyorum:
Niçin öldün Nâzım?
Ne yaparız şimdi biz
şarkılarından yoksun?
Nerde buluruz başka bir pınar ki
orda bizi karşıladığın gülümseme olsun?
Seninki gibi ateşle su karışık
acıyla sevinç dolu,
gerçeğe çağıran bakışı nerde bulalım?
Kardeşim,
öyle yeni duygular, düşünceler yarattın ki bende,
denizden esen acı rüzgâr
kapacak olsa bunları
bulut gibi, yaprak gibi sürüklenir
yaşarken seçtiğin
ve ölümden sonra sana barınak olan
oraya, uzak toprağa düşerler.
Ne yaparız şimdi biz
şarkılarından yoksun?
Nerde buluruz başka bir pınar ki
orda bizi karşıladığın gülümseme olsun?
Seninki gibi ateşle su karışık
acıyla sevinç dolu,
gerçeğe çağıran bakışı nerde bulalım?
Kardeşim,
öyle yeni duygular, düşünceler yarattın ki bende,
denizden esen acı rüzgâr
kapacak olsa bunları
bulut gibi, yaprak gibi sürüklenir
yaşarken seçtiğin
ve ölümden sonra sana barınak olan
oraya, uzak toprağa düşerler.
……………………
EMRE
ÇELEBİ
PMOGenç İSTANBUL TAKSİME SAHİP ÇIKIYOR!
BASINA VE KAMUOYUNA
TMMOB Peyzaj Mimarları Odası Öğrenci üyeleri olarak biz PMOGenç’liler,
Taksim’de Meydanı’yla, Parkıyla, yaya ve araç ulaşım kararlarıyla bir bütün
olarak yapılmak istenen dönüşüm uygulamalarına DUR demek, alanın mevcut
durumunu incelemek için bugün buradayız.
Ülkesel ve kentsel ölçekte önemli tarihi ve kültürel kentsel
peyzajlarımızdan olan Taksim’in fiziki dönüştürme çalışmaları “yayalaştırma
projesi” adı altında başlatılarak, araç trafiğinin yer altına indirilmesi
amaçlanmıştır. Sadece araçların değil yayalarında hareketlerini yer altına
alacak olan bu proje ile amaç ulaşımı rahatlatmak değil, amaç Taksim Gezisi’ne
yapılması planlanan Topçu Kışlası’nın otopark ihtiyacının karşılanmasını
sağlamaktır. Amaç, toplumsal belleğimizde önemli yeri olan, Türkiye’deki
eylemlerin kitlesel gerçekleştiği, mücadelelerin simge mekânı Taksim Meydanı’nı
işlevsizleştirmektir.
Çağdaş ulaşım politikalarına tamamen ters düşen bu uygulama ile
oluşacak dalış rampaları ve istinat duvarları insanların güvenliğini tehlikeye
sokacak, mevcut ulaşım sorunlarının artarak devam etmesine neden olacaktır.
Aynı zamanda otobüs duraklarının da yer altına indirilmesi sonucu insanların
egzoz dumanlarıyla baş başa bırakılması da söz konusudur. Taksim’de yapılan
uygulamalar, insanların sağlığını ya da güvenliğini düşünerek değil tamamen
sermayenin çıkarları ve ihtiyaçları düşünülerek hazırlanmıştır.
Bu vahşi müdahale sadece Taksim Meydanı’yla sınırlı değildir. Herhangi
bir doğal afet anında insanların toplanabileceği tek kamusal açık yeşil alan
olan Taksim Gezisi’de adeta korku filmi senaryosuyla karşı kaşıyadır. Yapılacak
olan projeyle Parkın yerine Topçu Kışlası tekrar inşa edilecek, yeni rant alanı
olarak sermayedarların iştahlarını kabartan bir tüketim merkezine
dönüştürülecektir. Araç ve yaya ulaşımlarının “rahatlatılması” iddiasıyla meşrulaştırılmaya çalışılan bu proje
ile alanın sadece fiziki durumu değil kullanıcı profili de dönüştürülmek
istenmektedir.
Yapılan çalışmalar sonucunda; Taksim Gezisi’nde 500’den fazla, 30
farklı cinsten oluşan ağacın bulunduğu bilinmektedir. Bunlar 250 adet çınar, 25
adet ıhlamur, 20 adet fıstık çamı, 20 adet dişbudak, 30 adet meşe, 10 adet
sedir, 10 adet çitlembik ve atkestanesi, manolya, akçaağaç ve adi porsuk gibi
türlerdir. Yaklaşık 200 ağacın çapları 40 ile 100 cm arasındadır. Yaşları
40–70 yıl arasında değişen ağaçlar sahada en fazla bulunan ağaçlardır. Aynı zamanda
yaşları 90–100 yıl arasında değişen çınar ve çitlembik gibi türler de
bulunmaktadır. Sahadaki ağaçların %80’i sağlıklıdır.
Koruma Kurulu’nun Parktaki bu ağaçlara ilişkin henüz herhangi bir
kararı olmadan ve uygulayıcılar tarafından gerekli izinler alınmadan Park
şimdiden bir şantiye alanına dönüştürülmeye başlanmış, ya katliam tarzı
budamalarla ya kök dilberine beton dökülerek ya da bulundukları yerden uygun
transplantasyon koşulları sağlanmadan başka yerlere taşınarak ağaçlara zarar
verilmektedir.
Konuya ilişkin İstanbul Büyükşehir Belediyesi Park ve Yeşil Alanlardan
Sorumlu Daire Başkanlığı’nın hafta içi yaptığı yazılı bir açıklamada “Çalışmalar tamamlandıktan sonra İstanbul Kültür ve
Tabiat Varlıklarını Koruma Kuruluna ağaçların nerelere taşındığı fotoğraflarla
belgelenerek bilgilendirilecektir.”[1] denilmektedir. Bu açıklama uygulamaların bilimsel,
teknik ve hukuki ilkelerden uzak yapıldığının da bir göstergesidir.
Bizler peyzaj mimarlığı öğrencileri olarak yetkililere
soruyoruz:
- Koruma
kurulunun izni olmadan ağaçlar nasıl budama adı altında kesilebiliyor? Nasıl
taşınabiliyor?
- Ağaçların
taşınmasından sorumlu olan kişi veya kişilerin meslekleri nelerdir? Bu kişiler
yaşlı ağaçların taşınması konusunda teknik bilgiye sahip mi?
- Ağaçların
taşınmasında konuya dair teknik donanıma sahip neden bir peyzaj mimarı yok?
Yaşları 100’e kadar çıkan anıt niteliğindeki bu ağaçların, ihtiyaçtan
yoksun beton bir kütlenin inşası için yok edilmek istenmesi, bölgenin akciğeri
niteliğindeki bu alanın dönüştürülmesi (insanıyla, florasıyla, faunasıyla) bir
canlı katliamıdır. Üzerleri aylar öncesinden işaretlenerek başlatılan bu
katliam hemen durdurulmalıdır.
Biz PMOGenç’liler olarak;
Evrensel kuram ve ilkelerden, sanat, teknik ve bilimden yoksun,
Taksim'i bir rant aracı haline getirmek için uygulanmakta olan tüm projelerin
tarihsel bir hataya imza atılmadan derhal durdurulmasını talep ediyoruz.
“Yukarıya da hapsolan
yaya aşağıya da” olmak istemiyoruz!
Bizler Taksim’e sahip
çıkıyoruz!
[1]
Açıklamanın tam metni: Taksim genelinde yapılan
Altyapı çalışmaları dolayısıyla İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından
ağaçların taşınması ve zarar görmemesi için görevlendirilmiş İki Mühendisin
kontrol ve denetimi altında toplam
kaldırılacak ağaç adedi 66 olarak belirlenmiştir. Ağaçlar Mühendislerin uygun
gördüğü yerlere sağlıklı bir çalışmayla taşınmaktadır. Ağaçlardan 26 adeti 3
ila 5 yıllık olup fidan niteliğini taşımaktadır. 21 adet fidan Abide-i Hürriyet
parkına taşınmış olup 5 adet ağacın altından doğalgaz ve Elektrik boruları
geçtiği için dokunulmamıştır. Geriye kalan 40 adet ağacın 7 adeti Haliç
Bölgesinde bulunan çeşitli parklara zarar görmeden taşınmış olup 33 adette aynı
bölgeye taşınacaktır. Çalışmalar tamamlandıktan sonra İstanbul Kültür ve
Tabiat Varlıklarını Koruma Kuruluna ağaçların nerelere taşındığı fotoğraflarla
belgelenerek bilgilendirilecektir. Yeşile ve doğaya İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Avrupa Yakası Park ve
Bahçeler Müdürlüğü olarak zarar gelmesini bizde istememekteyiz kontrollü ve
denetim altında yapılan çalışmaları takip ederek vatandaşlarımızı da
bilgilendirmekteyiz.. İlginize teşekkür eder, iyi günler dileriz.
KÜRESEL ISINMA: BUZULLARIN ERİMESİ
(National Geographic:
Glacier Meltdown Belgeselindeki verilere dayanak alınarak yazılmıştır.)
Süregelen
karbon salınımının artışı, dünyanın gittikçe ısınması ve bunların sonucunda
ortaya çıkan küresel ısınma tehlikesi bugün için buzulların erimesi, deniz suyu
seviyesinin yükselmesi hatta birçok kıyı şehrinin sular altında kalması
tehdidini beraberinde getiriyor. Bunun sonucunda daha güçlü ve daha sık
kasırgalar meydana gelecek, orman yangınları artacak, çölleşme artacak ve
atmosferdeki karbondioksit rekor seviyeye ulaşınca kuraklık fazlalaşacak.

Buzul oluşumu ve
buzulların ekolojik denge içindeki rolü:
Buzul;
yıllarca yağan kar sonucunda oluşur. Kar kristalize olur ve kendi ağırlığı
altında buza dönüşür, bunun sonucunda buzul meydana gelir.
Elbette
tüm buzulların erimesi bugün için çok uzak bir senaryo gibi görünse de
1970’lerde yapılan buzul araştırmalarının detaylarına inildiğinde 40 yıl sonra
bu derecede bir küresel ısınma sorunu, bu kadar yüksek hacimde bir buzul
kütlesi erimesi ve buna bağlı olarak buzul akışının beklenmediğini rahatlıkla
söyleyebiliriz. İnsanoğlunun doğanın sonsuz ve geri dönüşümsüz olmadığını
anlaması için ne kadar daha zamana, kuraklığa, doğal dengesizliğe, kıtlığa ya
da buzul kaybına gerek var bilemiyoruz. Ancak emin olabileceğimiz tek gerçek
zamanın dünyanın aleyhine aktığı ve ekolojik denge üzerinde oluşan geri
dönülmez tahribatların zaman içinde insana ve diğer canlılara etkilerinin her
geçen gün daha da hayati boyutlara ulaştığıdır.
Ne
yazık ki buzulların erimesinin tek olumsuz sonucu deniz sularının yükselmesi
değildir. Ayrıca etkilerini hissetmek için deniz kenarı gibi bir yerde yaşamak
da gerekmiyor. Bir örnekle açıklamak gerekirse; 7 Ekim 1994 tarihinde Bhutan’da
bir buzul gölü arka tarafında bulunan büyük buz kütlelerinin çözülerek düşmesi
sonucu; göl üzerinde şiddetli bir akım oluşmuş ve göle baraj etkisi yapan
toprak kütleyi altına alarak büyük bir sel oluşumuna neden olmuştur. Toprak
setin yıkılmasıyla beraber 18 milyon metreküplük su, aşağıya doğru akışa
geçmiştir. Kayalar, çamur ve ağaçlardan oluşan 4,5 metrelik bir dalga
oluşmuştur. 21 kişinin can kaybıyla sonuçlanan bu felaket akıllara sera etkisi
ve küresel iklim değişikliğinin bir uyarısı mı yoksa daha büyük felaketlerin
habercisi mi sorusunu getirmektedir.
Dünya üzerinde belki de
deniz sularının yükselmesinin en gözle görülebildiği yer İtalya’nın Venedik
şehridir. Venedik İtalya’nın Kuzey Adriyatik kıyısında bulunmaktadır.
18.yy.’dan bu yana şehirle ilgili görsel ve yazılı kaynaklar incelendiğinde,
zamanla şehrin basamak basamak suya nasıl gömüldüğü açıkça görülmektedir. Bilim
adamları tarafından, şehirde fazladan 23 cm. yüksekliğinde su bulunduğu
belirtilmekte ve buzul erimelerinin hızlanmasıyla ileride bu oranın daha da
artacağı düşünülmektedir. Buna karşı önlem alabilmek için iskele seviyelerini
ve evlerin basamaklarını yükseltmek gibi basit çözümlerin yanı sıra şehrin
açıklarına deniz suları yükseldiğinde engellemek amacıyla kapaklar
yerleştirilmekte ve bu şekilde suların yükselmesi ile oluşacak etkilerden
korunulacağı düşünülmektedir.

Belki
de bu noktada sorulması gereken esas soru küresel iklim değişikliğinden,
buzulların erimesinden ve bunların sonucunda olagelen birçok doğal olaydan ne
derece etkileniyoruz olmamalı. Esas soru: “Buzulların erimesi hayatımızı ne
zaman etkileyecek?” olmalıdır.
F.
Onur Ertem
YENİDEN DERKİ MANİFESTOSU
Orman Fakültesinde bir hayalet dolaşıyor,
“Yeniden Derki” hayaleti. Yaşlanmış ve pas tutmuş çeşitli akademik yapıların
topyekün bir baskıyla, bu hayaleti engellemesine rağmen.
Bir
grup Orman Fakülteli üniversiteliler olarak toplandık ve dergi çıkartmaya karar
verdik. Yeniden Derki süreci bizim için çok çetin bir süreçti. Geçen sene
“Derki” adında çıkartmayı planladığımız dergimizi bu sene “Yeniden Derki”
adıyla çıkartmak zorunda kaldık. Neden
mi ? Çünkü “Derki” miz, bir akademik yapı tarafından basıma uygun bulunmadı.
Üstelik hiçbir resmi gerekçe bildirilmeden. Aylardır uğraşıp büyük bir emekle
hazırladığımız dergimizin –o kadar önemsiz görülmüş ki- nedensiz bir şekilde
basımı engellendi. Ancak bütün bunlar
amacımıza ulaşma yolunda bizi yıldırdı mı? Hayır, aksine bizler durmadık.
“Derki” diyemiyorsak “Yeniden Derki” deriz dedik ve yolumuza devam ettik.
Ezcümle elinizde tuttuğunuz dergi büyük bir emeğin ve çabanın ürünüdür.
Peki,
neden bir dergi? Bizler bu ülkenin birer fertleri ve bu gezegende yaşayan
canlılar olarak kötü giden her şeye bir sözümüz var dedik. Bizler
şikayetlerimizi, dertlerimizi, üniversitelerdeki sorunları, ülkemizde ve
dünyamızda yaşanan gelişmeleri entelektüel bir üslupla değerlendirmek
istedik. “Üslubu beyan ayni ile
insandır” dedik.
Ve Türkiye’deki bütün Orman Fakülteli
dostlarımıza bir çağrımız var:
“Yeniden Derki” ; insanları dil, din, renk, etnik köken,
cinsiyet ayrımı yapmadan salt insan oldukları için seven, şovenist, medeniyete
aykırı, çağdışı fikirlere sahip olmayan, ilerici ve hümanist, eleştiren,
sorgulayan, bilime ve sanata saygılı her Orman Fakülteli üniversite
öğrencisinin söz hakkına sahip olduğu bir dergidir. Yazılarınızın ve
çizilerinizin dergimizde yayınlanması için bizimle iletişime geçmeniz
yeterlidir.
“Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı değildir, yazı hariç”
(Orhan Pamuk- Kara Kitap) dedik ve yazmak gibi en az hayat kadar şaşırtıcı bir
iş için kollarımızı sıvadık. “Yeniden Derki” ekibi şimdilik son olarak şunu
söyler:
Orman
Fakülteli üniversiteliler, birleşelim ve hep birlikte şaşırtıcı olalım…
İletişim: yenidenderki@gmail.com
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)