18 Temmuz 2013 Perşembe

"Yeniden Derki ve Yeni Dönem"

Ormanfakültelerinin bir şekilde birleşmeye çalışıp,ortaya çıkardığı 'Yeniden Derki' için yeni güzel fikirlerimiz oldu,neler mi?

*Bu yaz sürecinde bir toplantı alıp artık bizimde edebi dergi günlerimiz toplantılarımız olsun sohbet edelim tartışalım bir nebzede sosyal olalım dediğimiz '5çayıtoplantıları' vari görüşmelerimiz olacaktır.Bu buluşma,sohbet,tartışma ve paylaşma günleri ağustos 15 sonrasında başlar büyük ihtimalle.

*Diğer güzel haberimiz dergi yerine 2 fanzin olsun biri 'kültür-sanat-edebiyat' içersin diğeri de 'toplumsal-politik-güncel'lik içersin dedik.Bunun için bu yaz sürecinde yazdığınız yazılar,şiirler,öyküler vb. metinleri bize gönderiyorsunuz ve toplantılar sürecinde ortak kararlarla fanzinlerde yer alıyor.Yani fanzin yazın grubuna katılın,dostlarınızı da katın diyoruz.

*İlk akşam üzeri buluşmamız için tarihi bir ara yine rahatsız edeceğim.Bu toplantılar için yazmanıza gerek yok fikir yardımcısı olsanız bile sevindirici olur.

*Sohbetle kalın,ilginize teşekkürler.


İletişim: yenidenderki@gmail.com
https://www.facebook.com/groups/310073395761857/352538134848716/?notif_t=group_activity

16 Temmuz 2013 Salı

Kentleşme Karşısında Peyzaj Planlama Yaklaşımları- Dr. Gül Aslı AKSU

Kentleşme Karşısında Peyzaj Planlama Yaklaşımları
Gül Aslı AKSU
İnsanların mekansal olarak yaşadığı en büyük değişimlerden biri kentleşmedir. R. T. T. Forman kentleşmeyi, insanların ve yapılaşmış alanların, yoğunlaşma ve dışa doğru yayılma kombinasyonu olarak tanımlamaktadır. Ona göre bu yoğunlaşmada insan ve yapı birimi yoğunluğu artış gösterir. Forman, tek bir jenerasyonla kentsel alanlara iki milyar insanın katılacağını kabul etmektedir ve kentleşmeyi, kısıtlı araziyi hızlı ve güçlü bir şekilde yok etmekte olan bir tsunamiye benzetmektedir.
Bilhassa büyük metropollerde ticaret, sanayi, yerleşim, rekreasyon, turizm gibi arazi kullanımlarının artması ve bu arazi kullanımlarını bağlayan ulaşım ağlarının gün geçtikçe yaygınlaşması şeklinde kendini gösteren kentleşme, yaşama ortamlarının bozulmasına, parçalanmasına ve değişime uğramasına sebep olmaktadır. Bu müdahalelerin neticeleri, bazen doğal kaynakların geri dönüşümsüz olarak tükenmesine kadar varabilmektedir.
Sarıyer İlçe Sınırları dahilinde yapılan bir araştırmada, 1997-2010 yılları arasındaki 13 yıllık zaman diliminde “Orman Alanları ve Doğal Yüzeyler”de %13 azalma; buna karşılık “Yapay Yüzeyler”de %13 artış tespit edilmiştir. Yeşil alanların içerisinde tek tük yerleşimlerle, delinmeler şeklinde başlayan ve bu tekil birimlerin birleşerek büyük “Yapay Yüzeyler” oluşturması şeklinde kendini gösteren bir parçalanma süreci yaşanmaktadır. Yaşama ortamlarındaki bozulmalar tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Bu yüzeysel istilaya paralel olarak, yerleşim alanlarını birbirine bağlayan ulaşım ağlarının, çizgisel yapıdaki parçalayıcı etkisi, canlı hareketini de sekteye uğratmaktadır.
Kullanıcı profilinin bu sürece bakış açısı incelendiğinde, doğal yapının bozulmasından duyulan kaygının yanı sıra, kentleşmenin getirdiği imkanlardan yararlanma arzusu da küçümsenmeyecek bir boyutta karşımıza çıkmaktadır. Bu ikilem başlıca iki tane önemli sorun doğurmaktadır.
“Doğal yapının bozulması” ve “Kimliksizleşme”.
Mekansal ve ekolojik açıdan bakıldığında bu hızlı kentleşme süreci, doğal yapıyı acımasızca yutmaktadır. Ancak daha da vahim olan netice, bölgesel ölçekte sürdürülebilir dayanağı olmaksızın cereyan eden bu sürecin, kimlik değerlerine de zarar vermesidir.
Sosyolojik araştırmalara katılan kesimin en çok şikayet ettiği konulardan birisi, insan profilinin değişmesi olmuştur. İnsan profilinin değişmesi, mahallelilik kavramını zedelemiştir. Doğallığı, temiz havası ve sükuneti, kısacası yüksek yaşam kalitesi ve kırsal yaşam tarzına imrenerek, alana sonradan yerleşen kişiler, alanın kimliğine katkı sağlamamışlar, aksine onu kendi yaşam koşullarına göre şekillendirmeye çalışarak değiştirmişlerdir. Alışveriş merkezleri, lüks konut anlayışı, özel işletmelere dayalı rekreasyon beklentileri gibi alanın asıl kimlik değerleriyle örtüşmeyen yapıları beraberlerinde getirmişlerdir. Öyle ki, alanı kırsal yaşantısından dolayı tercih edip, büyümesine sebep oldukları ulaşım ağları ve yerleşim sistemleri ile “kentselleştirmişlerdir”. Alanın yaşam koşullarına uymaktansa onu kendi yaşam koşullarına uydurmaya çalışmışlardır. Yerli halk ise ekonomik refah maskesi ardına gizlenmiş tüketim toplumu algısının sebep olduğu muhalefetler dolayısıyla birbirinden uzaklaşarak yabancılaşmıştır.
Ancak bu kadar karamsar bir tablo karşısında bile hayat devam ettikçe yapılabilecek ve daha da önemlisi yapılması gereken şeyler vardır. Doğal yapıdaki bozulmaların etkisini azaltmak üzere alınabilecek tebirler şu şekilde sıralanabilir;
•             Yapılacak her türlü planlamada, bütüncül bir yaklaşımın sergilenmesi, bunun için de disiplinler arası çalışmalarla bölgesel ölçekte peyzajların ele alınması gerekir.
•             “Orman Alanları ve Yarı Doğal Yüzeyler” üzerinde “Yapay Yüzeyler”in oluşturduğu parçalanma etkisini azaltmak için, yeşil alan koridorları oluşturulmalıdır. Yeşil dokuları “Yapay Yüzeyler”in içerisine çekecek ve habitat ağlarının yeniden oluşturulmasına katkı sağlayacak planlamalar devreye sokulmalıdır.
•             Yapay Yüzeyler içerisinde yeşil lekeler şeklinde kalmış olan kamusal yeşil alanlar, vejetasyon tipleri arasında geçişi sağlayan adım taşları niteliğindedir. Dolayısıyla bu alanlarla ilgili düzenlemeler yapılırken, bitkilendirmede egzotik türler yerine, doğal yapıyla uyumlu türlerin tercih edilmesi gerekir. Bitkilendirmelerde doğal faunaya besin kaynağı teşkil edecek meyve ve tohumlara sahip türlerin de özellikle seçilmesiyle, faunaya da katkı sağlanmış olunur.
•             Hassas dengelere sahip olduğu için değişimlerden çok kolay etkilenen ancak, kendine özgü yapısıyla da biyoçeşitliliğe önemli katkı sağlayan vejetasyon tipleri ve yaşama ortamları tespit edilmeli ve bu alanların korunmasına yönelik düzenlemelere hassasiyet gösterilmelidir.
•             Yeşil dokuda meydana gelen bozulmaların onarılmasında, ilgili meslek gruplarının temsilcisi olan, plancıların ve karar vericilerin bilinçli adımlar atması da son derece önemlidir. Hangi ölçekte olursa olsun, bir planlama kararı alınırken, doğal yapıda meydana gelmiş olan bozulmayı iyileştirmeye yönelik bir bilinçle hareket edilmesi gerekir. Konut, iş yeri bahçesi ya da mahalle parkı ölçeğinde dahi planlamalar yapılırken, bölgesel ölçekteki ihtiyaçlar göz önünde bulundurulmalıdır. Yeşil alan düzenlemelerinde yapısal dokuyu besleyecek çözümler yerine, doğal yapıyı teşvik edecek önerilerin getirilmesi gerekir.
•             Hangi ölçekte olursa olsun, Peyzaj Tasarımları’nda, doğala yakın düzenlemelere yer verilmesi, yine flora ve faunanın peyzaj içindeki dağılımına yardım edecek adım taşları teşkil edecektir.
•             Ana arterler tarafından bölünmüş olan ekosistemler, yeşil köprülerle ve amfibi tünelleriyle birbirine bağlanarak hayvan hareketinin sekteye uğraması önlenmelidir. Doğal yapıya uygun olarak tesis edilmiş yeşil duvarlarla, hem gürültüye, egzoza ve toza karşı fiziki bir perdeleme yapılabilir hem de ortamın yeşil dokusuna katkı sağlanabilir.
•             Kentleşme baskısı altındaki alanların en önemli sorunlarından birisi olan, yağış sularının toprak tarafından tutulamadan yüzeysel akışa geçmesi etkisi, yapay yüzeyler üzerinde yeşil dokuların oluşturulmasıyla azaltılabilir. Araştırma Alanı’nda “Yapay Yüzeyler”deki hızlı artışın, mikroklima üzerinde meydana getirdiği olumsuz etkileri indirgemek ve yukarıda bahsedilen yeşil ağ sistemlerine katkı sağlamak üzere yeşil çatı tesislerinin de acilen devreye sokulması gerekmektedir.
Bu çözüm önerilerinden de anlaşılmaktadır ki parçası olduğumuz çevrenin sürdürülebilirliğine birçok farklı ölçekte ve farklı şekillerde katkı sağlamak mümkün. Çevre bilimiyle doğrudan ilgili olan Orman Fakültesi öğretim görevlileri ve öğrencileri bu anlamda daha da şanslılar. Çünkü bölgesel ölçekten tasarım detaylarına varıncaya kadar çok geniş bir yelpazede katkı sağlayabilecek bir donanıma sahipler. Önemli olan, ele alınan alanla hiçbir açıdan örtüşmeyen sözüm ona çözüm akımlarına kapılmadan, doğru zamanda ve yerde; gerçekçi, işlevsel, alanın doğası ve kültürüyle uyumlu çözüm önerileri geliştirmektir. Bu maksatla sürdürülebilir kalkınmayı hedef alan peyzaj planlama yaklaşımları sergileyebilmektir.  
KAYNAK
AKSU, G. A., 2012, Peyzaj Değişimlerinin Analizi: İstanbul, Sarıyer Örneği. Doktora Tezi. İstanbul Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, İstanbul.

FORMAN, R. T. T., 2008, Urban Regions. Ecology and Planning Beyond the City. Cambridge University Press, UK., ISBN-13: 978-0-521-67076-0 (PB).

Biraz Daha

geçenlerde haziranı yaşadık yine.ne kadar güzeldi ne kadar bitmeyecek gibi.güzeldi güzel olmasına da bir o kadar hüzünlü bir o kadar umutluydu.göz yummak mı dersin işte olay ona geldiğinde sorma gitsin,nasıl olur dersin.ama güzel olacak sonraki haziranlar geçenlerde ki gibi umutlu.

"Ve bizim bir haziranımız
Bir yıl kadar yetecektir dünyaya
Çünkü yoğun ve ateşle yaşanmış
Çünkü ellerimiz, başımız ve kanımız
Hayasız pençelerini kokuyla gizleyen
Bir olgu olmayacaktır sana
Ölülerimiz toplanacaktır
Doldurulan bir kıyı gibi. "

Turgut Uyar, Biraz Daha

5 Nisan 2013 Cuma

bahara geç katılım.



nefes al,nefes ver,nefes al,nefes ver,nefes al,nefes ver,nefes al,nefes ver,nefes al,nefes ver,nefes al,nefes ver,derin al,derin ver,derin al,derin ver,derinden al,derin ver,al,ver,al,ver,al,ver,al,ver,ver,al,ver,al,al,ver,ver,ver,ver,ver,ver,ver,al,al,al,al,al,al…

bu senin şimdi tamtamına senin yarattığın cisim beyaz kısmı parçalanmış siyaha dönmüş sarı kısmı dağılmış yerinden kopmamış.ama keşke.bahar geldi birkaç gün önce öyle bir geldi ki beyazı aynı senin gözlerin sarısı güneşin.bahar geldi birkaç gün önce sonra papatya geldi çıktı çamurun içinden bekledik sonra çamurun güneşe yenilmesini. bahar geldi birkaç gün önce sonra papatya geldi çıktı çamurun içinden çamur yenildi güneşe ve toprak,ot,papatya karıştı birbirine bide eller,ayaklar,vücutlar tepelerine.

çıktı baharla mutluluğa benzer biri daha baktı maviliğe sevindi,sıcak güneşe.mutlu etmeyi bilirdi,o insanları çok severdi onlardan öte.ama yalvardı bu sefer gelme korkuyorum felaketi görüyorum göğe yükselmek istedi olmadı yerin dibine girmek istedi olmadı çakıldı kaldı yerinde.yaklaştı sonu bildi bunu.koptu bir tarafı değdi yumuşak beyaz ele sevindi bir an mutlu ettim ayaklar altına alınmadım dedi.bir tarafı ezilmiş olan diğerleri kıskandı daha çok ama sonuç aynı sonuç.

yumuşak ele iyilik meleği dedi ki ‘sevmiyor çıkacak ne uğraşıyosun be salak’ kötülük meleği de ‘seviyor çıkacak daha başka ne olabilir ki’,başladı gözlerden yaşlar damlamaya beyazların bitmesiyle toprağa ve göze benzeyen beyaz gitti en azından güneşe benzeyen umutlar kaldı başka papatyalara.

bugün nefes aldı,verdi,aldı,verdi bi insan bunu çok hızlı yaptı.tuttu bir ara kalbini soktu elini göğsüne çıkardı fırlattı yerinden yetti senin ettiklerin dedi kendine.geri geldi kalbi yüzsüzlük bu ya devam etti atmaya saymaya.bir,iki,üç,dört…bitmez dedi papatya biz bittik ama.dün neydik bugün neyiz.yapma dedi bi insan daha bırak kendi yaşasın kendi ölsün.bir kelebek kondu papatyaya sardı sarmaladı bir gün sonra kelebek öldü iki gün sonra güneş.bi insan son kere nefes verdi,belki bi gün geri alırım diye diye.

Bugünün hayrına ikinci sayıdan önce ikindiden biraz sonra.
Orman karmaşığı sundu.

17 Mart 2013 Pazar


ANGELOPOULOS- SİNEMA


           
            Sinema sevgisini bir yaşam tarzı haline getirmiş insanların filozof olarak nitelendirdiği yönetmenler vardır. İşte Angelopoulos onlardan biri. Beyaz perdeye farklı bir bakış ve derinlik kazandırdı. Sinema eleştirmeleri onu “zamanın bilirkişisi” olarak yorumluyordu.


            1935 yılında doğan Yunanlı yönetmen Theo Angelopoulos politik sinemanın en önemli isimlerindendi. Eserlerinde bitmek bilmeyen yolculuklar, arayışlar, sınırlar özgürlük arayanlar vardır. Kamerasının önündeki hareketler uzun ve durgundur. Ama film bittikten sonra bu durağanlığın aslında hikayenin kapısı olduğunu  anlarsınız.

            Sembolleri ise hep aynıdır; sisli bir hava, yalnız biri, yıkılmış evler, savaşın vurduğu kadınlar, çocuklar, göçmenler, köklerinden koparılmış insanlar…  Yunan sinemasının dünyaya kazandırdığı isimlerden olan Angelopoulos; teknolojinin, modern ve hızlı hayatın her geçen gün onun da hayatını biçeceğini görürcesine “Teknoloji ilerlerken vicdan berraklığını yitirir” sözlerini hatırlıyoruz.        
                                                                                                                                                                                          
            “Biz dünyayı değiştirebileceğimize inandığımız bir kuşağız ancak değiştiremedik. Dünya daha iyi hale gelmedi" diyen Angelopoulos sinemasını şöyle anlatıyor:

"Benim için sinema başlangıçta bir tür karabasan gibi olmuştu. 1946-1947 yılları arasında başladım ilk olarak sinemaya... Savaştan hemen sonra... 9 yaşındayken izlediğim bir film benim hayatımda çok etkili oldu. Filmde bir gangster elektrikli sandalyeye doğru götürülüyordu. Hiçbir şeyden korkmuyor gibi görünen bu gangster bir an oluyordu ve korkuyordu. Daha sonraki birkaç yıl boyunca bu sahne benim rüyalarıma giriyordu ve gangsterin 'ölmek istemiyorum' sözü bana karabasan oluyordu.

İlk filmim albayların diktatörlüğü üzerineydi. Ben o döneme ait bir takım gerçekliklerden yola çıkarak, bütünsel bir şeyler ortaya çıkarmaya çalıştım. Filmlerimde seyahatler, sürgünler benim temalarımdı. Yaşamım boyunca benim peşimi bırakmadılar, halen de bırakmıyorlar. Değişik temalar benim zihnime sürekli girip çıkıyor. Seyahatler, ayrılıklar, başıboş dolaşmalar...

Yolun yarısından biraz fazlasını gittiğimi düşünüyorum. Bu yolu tarihsel olayların peşinden koşmakla harcadım. O süre zarfında da imgeden nasıl yararlanacağımı öğrendim. İmgelere hakim olmaya çalışmadığımızda hakim olabiliyoruz. Her bitiş yeni bir başlangıç, bütün bunlar duygusal bir kaos içinde gerçekleşiyor. Yani, bu duyguları ifade edebilmek bir bakıma çok zor. Yeniden başlamak, bir kez daha yitirdiklerimizi yeniden bulmak için her seferinde yeni bir başlangıç yapıyoruz. Biz bilmediğimiz bir tanrıya dua eder gibi yapıyoruz.’’   
               Anlattığı hikâyelerin sadeliği, yaratıcılığı, yalınlığı ve coğrafya tanımazlığı, hangi ulustan olursak olalım, hangi coğrafyada yaşarsak yaşayalım, onu bizden biri kılmıştır. Kadrajına giren her karede kendimizden bir şey bulduğumuz, bizi sonsuz arayışlara sürükleyen filmlerdir onun filmleri. Hiç kimseye yaranma derdinde olmayan, hiçbir sinema hilesine başvurmadan, yaşamdan bir sahneyi alır ve öylece bizlere aktarır. Sanat duruşu da, sanatsallığı da buradan gelir. O sadece gördüğü gerçekleri yansıtır. Ve  gördüğünü  öyle yansıtır ki; Ne kumdan kaleler ne de buzdan saraylar gibi yitip gidecektir.

                                                                                  Orhan Soran Demir                                                 

EDEBİYAT KULÜBÜ



         Edebiyat Kulübü Orman Fakültesi’nin ilk, yani en eski kulübüdür. Edebiyat Kulübü yaptığı tüm faaliyetlerinde bünyesinde barındırdığı bu gerçeği göz önünde bulundurmuş ve bulundurmaya devam edecektir. Ancak hiç kuşkusuz Edebiyat Kulübü en eski kulüp olmakla birlikte tarihin tozlu sayfalarına boğulmuş bir kulüp değil aksine diyalektik süreç içerisinde ilerlemiş, güncelliğini her zaman korumuştur. Elinizde tuttuğunuz dergi aslında Edebiyat Kulübü’nün ne kadar güncel ve aktif bir kulüp olduğunun bir ispatıdır.
                Edebiyat Kulübü’nün tarihi bize hep bir açık kapı ya da yol bırakmıştır. Biz bugünün Edebiyat Kulübü üyeleri olarak bu birikime karşı dursaydık belki de en “kibirli” yaklaşımı sergilemiş olacaktık. Ancak biz bu birikimi sahiplenip –gurur duyarak- yolumuza devam ettik. Edebiyat, tarih boyunca tıpkı diğer sanat dalları gibi hep susturulmaya, yok sayılmaya maruz kalmıştır. Hep birazcık tedirgin etmiştir bazı kesimleri edebiyat. Hiç kuşkusuz biz bunun da bilincindeyiz. Kitapların yasaklandığı bir ülkede yaşadığımızı, yasakları ve hegemonyasıyla ünlü bir kurumun yönettiği üniversitelerde okuduğumuzun da bilincindeyiz.  Ancak ne olursa olsun bizim için yazmak, okumak, ifade etmek çok heyecan verici. Bizler bu heyecanı yaşamak istiyoruz.

                Edebiyat Kulübü’nün bu dönemde yaptığı ilk faaliyetlerden birisi kulüp odamızın ve kulüp odası içerisinde bulunan kütüphanemizin temizlenmesi, düzenlenmesi işi olmuştur.  Kulübümüzün kütüphanesi oldukça edebi ve kısmen donanımlı bir kütüphanedir. Dileyen arkadaşlar bu kütüphaneden yararlanabilir.
                                 
                Edebiyat Kulübü üyeleri olarak her yıl düzenlenen Tüyap Kitap Fuarı’na katılım gösterdik. İlk önce genel bir fuar turundan sonra fuar kapsamında gerçekleştirilen, çok kısa süre önce kaybettiğimiz Mehmet Ali Birand ve Can Dündar’ın bizzat Can Dündar eliyle yazılmış “Birand” adlı kitap üzerine söyleşisine katılım gösterdik.
                Kulüp üyeleri olarak Levent Kültür Merkez’inde gerçekleştirilen “Bir belgesel, bir gazeteci, çay ve simit” konsepti dahilinde gösterilen çocuk gelinleri anlatan “Evcilik” adlı belgesel film gösterimine katılım gösterdik. Film gösterimi ardından yönetmenle yapılan söyleşiye de katılarak eğlenceli ve bir o kadar da eğitici vakitler geçirdik.
         Bu dönem yaptığımız son etkinlik ise “Şiir Dinletisi” olmuştur. Bu etkinlik kapsamında dilediğimiz şiiri, dilediğimiz duyguları yaşayarak okuduk, kendimizi şiirle ifade ettik.  Etkinliğimizde Türkiye’li şairlerle birlikte evrensel şairlerin de şiirlerine yer verdik.


EDEBİYAT KULÜBÜ YÖNETİM KURULU

İLETİŞİM: kulupedebiyat@yahoo.com

ORFOY



                “Sanat içinde geleceği barındıran bir silahtır…”

         1992 yılında bir araya gelen bir grup tiyatro gönüllüsü Orman Fakültesi öğrencisinin “kendilerini ve hayatı daha yakından tanıyıp gördüklerini insanlara da anlatmak'' için kurduğu Orfoy, birçok oyunla sahnedeydi bugüne kadar. Her amatör tiyatro gibi karşılaştığı haylice engeli tiyatro aşkıyla atlatmış bizden önceki Orfoylular.  'Bitmeyen Kavga' larla başlamıştı hayat hikayesi Orfoy’un. Gelincik, Beş parasız, Çiğdem Çiçekleri, Hasta, Kız İsteme, Kimiz?, Deliler ve Geldiler ile devam etti.
    Tiyatro bir ülkenin yapılanmasında en anlamlı ve yararlı araçlardan biri, o ülkenin gelişimini ya da çöküşünü gösteren bir ölçüdür. Trajediden vodvile çeşitli alanlarda iyi yönlendirilmiş, duyarlı bir tiyatro, bir kaç yıl içinde halkın duyarlılığını etkileyip değiştirebilir; parçalanmış, kanatların yerine pençeler konmuş bir tiyatro ise, bir ulusun tamamını uyutur, kabalaştırır.
            Tiyatro, ağlamanın ve gülmenin okuludur, eski veya yanlış ahlaki değerlerin sorgulandığı, geçerliliğini daima koruyan insani duyguların canlı örneklerle dile getirildiği, herkese açık bir kürsüdür.
            “Tiyatrosunu desteklemeyen bir halk, ölmemişse de can çekişiyordur; Halkının toplumsal, tarihi akışını, insanlarının dramını ve ruhunun gerçek rengini kahkaha veya göz yaşlarıyla aktaramayan tiyatro, tiyatro adıyla anılmaya layık değildir. Ancak bir oyun salonu veya zaman öldürmek denen korkunç faaliyetin yer aldığı bir mekandır.”(Federico Garcia Lorca,Yerma Prömiyeri) dedi yazar; bugün artık sözümüzü Lorca'nın “Eskicinin Tazesi” ile kendi lisanımızca söylüyoruz. Kıssadan hisse çıkarmak isteyenlere emsal ola…

“biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz
kuklacı felek usta, kuklalarda biz
oyuna çıkıyoruz birer, ikişer;
bittimi oyun, sandıktayız hepimiz
                                   Ömer Hayyam
                       
                                                           …Orfoy’un yirminci yılına dair.
                                                 ORFOY- ORMAN FAKÜLTESİ OYUNCULARI

PEMÖT


PEYZAJ MİMARLARI ÖĞRENCİ TOPLULUĞU

            1989 yılında fakültemizde Peyzaj Mimarlığı bölümü kuruldu. Kuruluşundan kısa bir süre sonra mesleki öğrenci örgütlenmesi olan Peyzaj Mimarlığı Öğrenci Topluluğu oluşturuldu. PEMÖT, mesleki örgütlenmenin küçük bir birimi olmasının yanında aynı zamanda öğrenciler arasındaki yardımlaşma ve dayanışmayı sağlayan sosyal bir kulüptür.
            PEMÖT, Peyzaj Mimarlığı bölümünde eğitime başlayarak mesleğe ilk adımını atan öğrencilere, Peyzaj Mimarlığı bölümü hakkında fakültedeki en sağlıklı ve doğru bilgileri vermeyi amaç edinen tek kulüptür. Bu amaç doğrultusunda öğrencilere;  gerçekleştirdiği teknik geziler, sempozyumlar ve seminerler aracılığıyla ulaşmaya çalışır.
              Her sene düzenlenen TÜYAP Bahçe Fuarı’nda üniversitemizi temsil eden kulübümüz aynı zamanda mesleğe yardımcı diğer tüm fuarlara toplu katılım sağlamaktadır. Bunun yanı sıra proje yarışmalarını takip edip katılım göstererek fakültemize bir çok derece kazandırmıştır. 


            Aynı zamanda PEMÖT, TMMOB Peyzaj Mimarları Odası’nın gençlik kolları çalışmalarının destekçisidir. Peyzaj Mimarları Odası’nın düzenlediği Workshop, proje yarışmaları, seminer, sempozyum ve öğrenci kurultayı çalışmalarında aktif rol oynamaktadır.  
               Mesleki aktivitelerin ve çalışmaların yanı sıra sosyal faaliyetlerin öneminin de farkında olan PEMÖT tiyatro, konser ve okulumuz öğrenci şenlikleri düzenlenmesi gibi öğrenciler arasındaki iletişimi geliştiren etkinliklere de katılmaktadır.
            Öğrencilerin çalışma alanı sıkıntısının farkında olup bunun için büyük bir adım atarak maket ve çizim yapmaya uygun yeni bir oda ve çizim masası ihtiyaçlarını gideren kulübümüz, bu odayı en kısa zamanda öğrencilerin kullanabileceği bir yer haline getirecektir. Aynı zamanda kulübümüz, sahip olduğu dijital kütüphanesiyle öğrenciler arası bilgi alış verişini sağlamaktadır.
           Dayanışma başarıyı insanların ayağına getiren en önemli unsurlardan biridir. PEMÖT birlikte hareket ile neler yapılabileceğini ispatlamıştır. Hiç kuşkusuz kulübümüz fakültemizde bu dayanışmayı ve birlikteliği sağlamayı devam ettirecektir. Birlikte yapılan işlerde çok daha aktif ve başarılı olacağımız düşüncesiyle bütün öğrencilere birlikte hareket etmek için çağrıda bulunuyoruz. PEMÖT tüm fikir ve taleplerinize açıktır.
Birlikte daha güzel işler başarmak dileğiyle…
PEMÖT Telefon Numarası:05376034452
Mail Grubu : pmotgroup@ gmail.com
                                                                                  GÜLİSTAN SEVİNÇ

HES (HİDROELEKTRİK SANTRALLER)


                                                                                              BAŞYAZI

            Yaşam kaynağımız ve en önemli gereksinimimiz olan su, hayatımızda ve kültürümüzde her zaman oldukça önemli bir yer edinmiştir. Suyun bize ve tüm canlılara kattığı temel ihtiyacın yanı sıra, su artık günümüzde ticari boyutta bir alışverişe mal olmuştur. Suyun ticari boyutu denince de Türkiye’de HES projeleri karşımıza çıkıyor. Şüphesiz ki başta televizyonlarda, gazetelerde, çevremizde sıkça karşımıza çıkan, belki de HES bölgelerinde yaşayıp birebir şahit olduğumuz bu konu hakkında az çok haberdarız. Fakat biz Orman Fakültesi öğrencileri olarak bu konuyu sadece bu kadarla bırakmak yerine, başta insani değerleri sonra mesleğimizin de getirdiği sorumlulukları göz önünde bulundurarak bu konuyla daha çok ilgilenmemiz ve duyarsız kalmamamız gerektiği kanısındayım; isterseniz bu konuyu tekrar bir gözden geçirelim!

 HES NEDİR?

            Ülkemizde şuan 2000’in üstünde HES projesi var. HES’lerin yaklaşık  1500’ü Karadeniz Bölgesi’nde 150 tanesi Trabzon’da, 36 tanesi sadece Solaklı havzasının üzerindedir. Yani Karadeniz’in güzellikleri HES’ten kaybolmuş durumda. Diğerleri ise Rize, Artvin, Giresun, Gümüşhane, Samsun, Kayseri, Antalya, Bursa, Mersin, Ordu, Tunceli, Muğla, Zonguldak, Sinop, Eskişehir, Sakarya, Şırnak, Denizli gibi illerde yapım aşamasındadır. 2023 yılında HES sayısının 4000 civarı olması bekleniyor.
HES’ler, suyun potansiyel enerjisini kinetik enerjiye dönüştürerek elektrik enerjisi elde etme denerek basitçe tanımlanan ve hükümetin tabiriyle “enerjide dışa bağımlılığı bitirecek projeler” olarak biliniyor. Ancak işin ötesinde özel şirketlere su pazarlamak ve bir damlası bile hayati önem taşıyan suyumuzdan “rant” elde etmek yatıyor. Gittikçe de Türkiye’nin bir numaralı sorunu olma yönünde ilerliyor.
 HES’ler ‘yatırımı kolaylaştırıyoruz’ adı altında manipüle edilerek ulus ötesi şirketler ve onların yerli ortaklarına sunulan ticari anlaşmalardır.

ZARARLARIYLA HES

 Dünya üzerindeki en büyük 140 nehir barajlarla bölünmektedir. Bu da ırmakların ekolojisine zarar vermekte ve yer altı suları zayıflamakta hatta tamamen kesilebilmektedir. Barajlar, nehirlerin akmasını engelleyip, kıyılardaki deltaları zayıflatarak nehirlerin ve deltaların denizlerin himayesine girmesine neden olmaktadır. Böylece deltalarda tarım yapabilme ihtimali kalmamaktadır.
Gerçek şu ki yapılan çalışmalar ve kurulan düzenekler doğaya ve tabiata geri dönülmez tahribatlar veriyor. Başta, yapılacak olan akarsu ve derelerin akış güzergâhı değiştiriliyor veya su yatağında kesiliyor; bu da ekolojik dengeyi altüst ederek canlı hayatını tehlikeye atıyor ve oraya özgü endemik canlı türleri yok oluyor. Aynı vadi üzerinde onlarca HES projesi geliştirilmesi; vadilerde akan derelerin dev tünellere alınarak taşınması, proje çalışmaları sırasında doğal yaşam alanlarına geri dönüşümsüz zararlar verilmesi, doğal zenginliklerin, fauna ve floranın yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya gelmesi demek…

MUNZUR EFSANESİ VE HES GERÇEĞİ    
     
Evvelden kendim de bir Dersimli olarak halkımızın  suya ve toprağına, kültürüne ve geleneğine ne kadar sadık olduğunu ve onlar için önemini vurgulamak için nesillerdir ninelerimizin anlattığı bir efsaneyi kısaca paylaşmak istiyorum;
 Derler ki, çok eskilerde bugünkü Tunceli ili Ovacık ilçesine bağlı Koyungölü Köyü civarında hanımıyla yaşayan yaşlı bir ağanın işlerini yapan Munzur adında kimsesiz bir yanaşması varmış. Munzur ağanın tüm işlerini eksiksiz severek yapar, bağlılıkta, doğrulukta eşi bulunmaz, hiç bir canlıyı incitmez, hizmetinde kusur etmezmiş…
Bir gün ağa ibadet için uzaklara aylarca yol gitmiş. Ağanın hanımı bir gün Munzur’u çağırıp yaptığı taze helvadan vermiş ve ağanın bunu çok sevdiğini söyleyerek özlemini belirtmiş. Munzur da hanımdan bir kaba ağasının payını koymasını isteyerek ağasına götüreceğini söylemiş. Hanım Munzur’un saflığına verip kaba helva koyup vermiş. Hikmet o ki, Munzur ağanın yanında belirip helva dolu tası bırakıp kaybolmuş. Hanıma da helvayı ağasına götürdüğünü haber vermiş fakat hanım saflığına vermiş.
  Derken ağanın geleceği zaman tüm köy halkı ve Munzur elinde bir kap sütle karşılamaya gitmiş. Herkes ağanın elini öpmeye yeltenirken ağa Munzur’un elini öpmeye yeltenmiş ve kendisine helva getirdiğini onun derviş olduğunu anlatmış. Tüm köy halkı ve ağa Munzur’a doğrulmuş. Munzur ise mütevazı olduğundan ötürü bunu kabul etmemiş ve dağlara doğru koşmaya başlamış. Koşarken elindeki sütün döküldüğü yerden köpük köpük sular fışkırmış ve köylüyle arasında bir vadi oluşturmuş ve Munzur dağlarda gözden kaybolmuş.
  İşte Munzur adı buradan gelir ve Tunceli-Ovacık arasında uzanan Munzur Vadisi’nin 42.000 hektarlık alanı, 1971 Yılı’nda Ulusal Park ilan edilmiştir. Fakat ne yazık ki buraya yapılması düşünülen HES projeleri ve barajlarla, buranın korunması için bunun yeterli bir neden olarak görülmediği ortadadır. Munzur Vadisi Millî Parkı sınırları dâhilinde bulunan Mercan Hidroelektrik Santrali'nde hâlihazırda elektrik enerjisi üretimi yapılmaktadır.
  Munzur Vadisi’nde baraj yapmak, ekolojik dengeyi bozmak, yaban hayatını tahrip etmek, endemik türleri yok etmek, iklimin değiştirilmesi demektir. Dahası, Munzur ırmağının yanındaki Anafatma gibi Aleviler’in ibadet yapıp adak adadıkları kutsal yerlerin su altında kalması demek. Halkın isteği, Tunceli doğasını koruyarak, doğanın sunduğu ekonomik potansiyeli değerlendirmektir.
   Munzur Vadisi ile çevresinin doğasının yıkıma uğratılması, aynı zamanda büyük çaplı demografik değişmelere yol açarak; başlamış olan “geri dönüş” sürecini durdurur, hatta yeni “göç”lere de neden olur. Çünkü, Tunceli’de yaşamın ekonomik ve kültürel altyapısı; “su” ve “dağ”dır. Suyun, baraj rezervuarlarında tutulması; O’nu kirletir ve hayat verdiği canlıları yok eder. Susuz kalmış vadiler ile “su vermeyen” dağların ekolojik dengesi alt-üst olur, bitki ve hayvan türleri bakımından alabildiğine “yoksul”laşır. Kısaca; suların, vadilerin, dağların doğal ve “efsanevi” çekiciliği biter... Dersimli için bu durumun anlamı, Munzur da hayatın yok olmasıdır ki bu Türkiye’deki HES’lerden sadece bir örnek.

ALTERNATİF ENERJİ KAYNAKLARI

    Dünyada herkesin alternatif enerji kaynaklarına(güneş ve rüzgâr enerjisi gibi) yöneldiği bir dönemde Türkiye’de yatırımcıların hes lisansları için sırada oldukları bir gerçek. Türkiye HES bakımından dünya sıralamasında 3.büyük ülke olmasına(ve bununla gurur duyulmasına) karşın rüzgâr santralleri bakımından sıralamanın en gerilerinde bulunuyor.
            Dünyada kalkınma sağlayan ülkeler, başlangıçta, kendi kalkınmaları için az gelişmiş ülkelerin kaynaklarını kullanmış ve gelişme sürecinde kendi ülkelerinde yıkım yapmamışlardır. Özellikle yıkımdan en çok etkilenen kıta Afrika olmuştur. Şu anda bile Afrika’da çok ciddi maden çıkarma faaliyetleri vardır. Dünyanın en büyük barajlarından olan Nil Nehri üzerindeki Assuan,  artık çözülmesi mümkün olmayan ve ekonomik zararı son derece yüksek sorunlar doğurdu. Baraj nedeniyle Nil Nehri’nin taşıdığı tortullarla beslenen kıyılar aşındı, besin maddesi bulamayan Akdeniz’in ekonomik değere sahip balık stokları büyük ölçüde azaldı.
            HES’lerin yapıldığı tüm tahsisler, genellikle el değmemiş vadiler ve eşsiz doğal alanlardır. Türkiye’de el değmemiş doğal alanlar eşsiz bitki, ağaç ve orman varlığını barındırmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’ye HES’lerin vereceği orman ve dolayısıyla ağaç tahribatı tahminlerin ve hesapların çok ötesinde olacaktır. HES’ lere ait tesisatların, geçirileceği güzergâhlara ulaşabilmek için yeni 4-6 metre genişliğinde, 15 metre yüzey alanda yol çalışması yapılması gerekmektedir. Yolların uzunluğu kilometrelerce ise hektarlarca alanda çalışma demektir. Bu da hektarlarca alanda ağaç kesimini getirecektir. Bu nedenlerle tam anlamıyla ağaç katliamları yaşanacaktır.

YASAL DAYANAKLARIYLA HES

            6094 sayılı "Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Kullanımı" yasasında şirketlere tanınan ‘su kullanım hakkı’ ile şirketler, baraj göllerindeki suyun idaresini tamamen ele geçiriyorlar ve hatta bu anlaşma imzalandıktan sonra kararlaştırılan HES sayısında artmalar yapılıyor. Bunu da hiçbir gerekçe veya zaten devre dışı bırakılmak istenen ÇED raporları sunmadan yapıyorlar. Bu da onların tam anlamıyla kâr-çıkar hesaplamaları yaptıklarını yani çevrenin aslında umurlarında olmadıklarını kanıtlar.
  
HALK MÜCADELESİ

              Rize’nin Çamlıhemşin ilçesine bağlı Fırtına Vadisi ile İkizdere ve Fındıklı-Çağlayan Vadileri üzerine kurulmak istenen HES’lerden sonra Çayeli  ilçesinin Çataldere köyü sınırları içinde de HES yapılmaya başlandı.   Bölgede yapımı süren çalışmaların doğa katliamlarının yanı sıra çevrenin ekolojisine de zarar verdiğini söyleyen Çataldere köylüleri, santral yapımına karşı çıkmaları halinde tehdit aldıklarını ileri sürdüler.
              HES’lerle ilgili açıklama yapan Fırtına vadisi avukatlarından Avni Remzi Kazmaz hükümetin HES’lere karşı verilen tepkileri duymazdan geldiğini kaydediyor ve ekliyor; “Dünya emperyalist ülkeleri, bizim ünlü siyasetçilerimizle müteahhitlerimiz el ele vererek bin bir canlının yaşadığı Karadeniz’i yaptıkları betonarme sahil yoluyla öldürdüler. Şimdi de derelere göz diktiler. ”
            Görünen o ki yapılan bu sahil yolu ve hemen yanına yapılması düşünülen çoğu HES projesi bir tesadüf değil. Hatta yine bu sahil yolu ile birleştirilerek yapılması planlanan üçüncü köprü ve trafiğin genel olarak ticari araçlar ve tren yolu için düşünülmüş olması da insanı düşündürüyor…
-Şimdi bütün Anadolu’yu korumak için verilen mücadelenin temel dayanağı olan hukuksal haklar ‘ Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu’ adı altında elimizden alınmak isteniyor.
-Santrallerin yapılmasıyla, yörelerde yaşanan susuzlukla birlikte halk kısa bir süre içerisinde yüzyıllardır yaşadığı bölgesinden göçmeye başlamış ve yörelerde hızla madencilik çalışmaları başlamıştır. (En çok korkulan durum Artvin’de oluşmaya başlamıştır) Önümüzdeki dönemde bu manzara tüm ülkemizde önümüze çıkmaya başlayacaktır.
-Gelecekte enerji üretmekten çok, küresel ısınmayla birlikte daha da değerlenecek olan suyun pazarlanma konusu, bu yapımcı şirketlerin iştahını kabartmaktadır. Günümüzde ve gelecekte doğru kullanılmazsa ‘petrol kavgalarının’ yerini ‘su kavgalarının’ alacağı artık herkesçe tahmin edilmektedir.
  İkizdere’de 4 hes yapılmış. Fakat bu da yetmemiş 74 kilometrelik bu dereye, tam 22 tane hes yapılması düşünülmüş. Kardeş Dereler Platformunun 5 yıl süren mücadelesinden sonra hem mahkeme iptal kararı hem de Tabiat Varlıkları Kurulu sit kararı almış.
      HES’lere karşı yürütülen hukuksal süreçte bu güne kadar toplam 25 HES projesi için ‘yürütmeyi durdurma’ veya ‘iptal’ kararı verildi. Yargı, son olarak Muğla Yuvarlakçay ile Artvin Yusufeli ve Maçahel’deki HES projelerine ‘dur’ dedi. Ama onlar hukuk alanında aldıkları bu yenilginin rövanşını 2000 yılından beri beklettikleri Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma      Yasası’nı TBMM’ne getirerek almaya niyetlendiler. Eğer bu yasa çıkarsa Anadolu’nun ölüm fermanını imzalayacaklar.
  Bu bölgenin ve ülkemizin sahip olduğu bu doğal zenginlik ve potansiyel, boşa aktığı zannedilen bu suların eseridir. Gelecek nesillere bırakacağımız ve bize ait olan değerlere sahip çıkalım…

                                                                             Şenay ADANIR

FÜTÜRİST BAŞKALDIRI !


                                          
            Şubat 1909 İtalyasın’ da, Marinetti,  “Figaro” gazetesinde Fütürizm’in Manifestosu’nu yayınlar. Fütürizm, şiirin tarihi gelişimi içerisinde ilan edilmiş en önemli başkaldırılardan biridir.  Ancak bu, salt “sanatsal” bir başkaldırı mıdır? Marinetti ve yol arkadaşları sadece sanatsal kaygılardan dolayı mı böyle bir manifestoyu ilan etti?

            “Müzeleri, kitaplıkları ve her türlü akademiyi yıkmak ve ahlakçılığa, feminizme ve belli çıkarlar ve amaçlardan kaynaklanan korkaklığa karşı savaş açmak istiyoruz.” Çalışan, eğlenen ve ayaklananlara neden olan büyük insan kitlelerini yüceltmek istiyoruz; çağdaş başkentlerdeki renkli ve çok sesli devrimci akımları yüceltmek istiyoruz; göz kamaştıran elektrikli aylar tarafından aydınlatılan silah depolarını ve tersanelerini, dumanlı yılanlara benzer trenleri yutan istasyonları; göğe yükselen dumanlarıyla bulutlara asılı duran fabrikaları, dev aletleri gibi nehirlerin iki yakasını birleştiren ve güneş ışığında bıçak gibi parlayan köprüleri, göğü inleten ve serüvenler peşinde koşan vapurları, raylarda, borularla çevrelenmiş dev çelik beygirler gibi koşmakta olan geniş göğüslü lokomotifleri ve rüzgarda bir bayrak gibi sallanan ve coşkulu bir topluluğun alkışını andıran pervanesiyle göklerde kayarcasına uçan uçakları yüceltmek istiyoruz.”( Fütürizm Manifestosu- Marinetti).  Manifestonun sadece bu kısmı en başta sorduğum sorunun cevabını vermekte yeterlidir. Marinetti ve yol arkadaşlarının kaygısı sadece sanatsal değildi. Öyle olsaydı var olan ahlakçılağa, akademik değerlere, müzelere, yani “sistemin” ürettiklerine tepki göstermezlerdi. Bütün bunlar, açıkça dünyaya hakim olan değer yargılarına karşı yapılmış kökten bir başkaldırıdır. Bundan sonra bu akımın sanatsal temeli üzerinde durmakla beraber, akımı benimseyen şairleri irdeleyeceğim. Amacım fütürizmin salt sanatsal bir başkaldırı olmadığını daha detaylı bir şekilde göstermek.  

Sanat felsefesine göre, sanatta üç teknik vardır: Sanat yaratıcı bir faaliyettir, sanat bireysel bir faaliyettir, sanat doğanın takdir edilmesidir. Fütürist şairler bu üç teknikten hangisini tercih etti? Kuşkusuz bu soruya vereceğim cevap fütürizmin sanatsal temelini oluşturacaktır. Ancak fütürizmi bu üç teknikten birine yerleştirmek çok zor. Belki de en fazla doğanın takdir edilmesi uygun düşebilir. Fakat tam anlamıyla bu tekniği benimsediklerini söylemek de doğru olmaz. Fütürist şairler şiiri metafiziksel, daha açık bir ifadeyle dinsel kalıpların ya da dogmaların etkisinden sıyırmak istediler. Rus şair Mayakovski “Şiirin göklerden yere indirilmesi” cümlesiyle bunu en iyi şekilde ifade etmiştir. Böylece şiiri metafiziksel kalıpların boyunduruğundan kurtaran genç şairler, edebiyata, “materalizm” gibi gerçekçi bir bakış açısını getirmiş oldular. Buradan yola çıkılarak fütürizm akımının sanatsal temeli hakkında rahatlıkla fikir sahibi olunabilir.

Gelenekçiliğe yapılan “fütürist” başkaldırının bu kadar geniş bir alana ve bu kadar geniş bir zaman dilimine yayılmasında, Birincin Dünya Savaşı sonrası bir anda patlak veren “devrim fikrinin” etkili olduğu çok açık. Devrimci gençler, sokakta, dünyanın düzenini, burjuvanın değer yargılarını lanetlerken; fütürist şairler bunları, şiirlerinde ifade ediyordu.

Dünyadaki bu var olan dinamik ve devinimden Türkiyeli bir şair olan Nazım Hikmet Ran’ da oldukça etkilenmişti. Nazım ilk şiirlerindeki milliyetçi yaklaşımı, İstanbul’dan uzaklaşıp Kuvayi Milliye’ye katılması ve oradan da Rusya’ya geçerek aldığı eğitim sonucu ortadan kaldırmıştır. Şair, bir anda dünya edebiyatının kucağına düşmüş ve coşkun ruhu, dünyayı sarsan bu akımdan etkilenmesinde büyük kolaylık sağlamıştır. Ve Nazım Hikmet çok sevdiği ülkesine kısa bir süre sonra döndüğünde artık yeni bir şiir devrinin kapısını açtığının farkındadır: Toplumcu Gerçekçi Kuşağı. Nazım Hikmet yaptığı şiir devrimiyle, sanatını kullanarak halkın yanında olduğunu göstermeye çalışacağını ve yine sanatı aracılığıyla politika yapacağını açıkça belirtmekteydi. Fütürizm fikrindeki dinamik ve devinim olgusunu, kelimeleri, şiirin genelini rahatsız etmeyecek boyutta yavaşça parçalayarak yansıtmaya çalışmıştır.

Kuşkusuz Nazım Hikmet büyük bir şairdi ve dünyada kötü giden her şeye rağmen karamsar olmayan bir insandı. Nazım’ı büyük şair yapan şey neydi ve yılları hapishanelerde geçmiş olmasına rağmen neden karamsar olmadı? Benim görüşüm, Nazım’ı tanımanın yolu bu soruya doğru bir şekilde cevap vermekten geçer. Çok açıktır ki Nazım’ı büyük şair yapan şey onun düşünceleridir. Nazım Hikmet, hem sanat görüşü hem de politik görüşünün gerekleri doğrultusunda dünyadaki kurulu düzeni reddetmişti. O, sistemin ürettiği her şeye eleştirel bir bakış açısıyla yaklaştı. Değiştirilmesi gereken bir dünya var ve Nazım onu değiştirmek için uğraştı. Karamsar olamazdı. Çünkü yeni bir dünyayı karamsar olan düşünceler değil, umut dolu düşünceler oluşturabilirdi. Ancak yolunun çok çetin olduğu açık. Yeniden bir dünya oluşturmak, üstelik aksak giden noktaları olmasına rağmen, iyi de kurulmuş bir düzeni yıkıp yerine yenisi getirmek oldukça zor bir iştir. Bütün bu zorlukları yaşadı. Nazım Hikmet’in yaptığı neredeyse her şey iktidarı, dolayısıyla sistemi rahatsız etmeye başladı. Ancak Nazım, pes etme niyetinde değildi. Ve öyle de oldu. Ülkesinde yıllarca hapis yattı, işkence gördü, açlık grevine dahi yattı ancak Nazım bir kerecik bile olsun vazgeçmedi.  Çünkü inanmış bir şairdi. Düşüncelerine ve sanatına inanmış bir şair.




Adı dünyada en çok duyulan Türkiyeli şair Nazım, şüphesiz ki Türk ve Dünya Edebiyatı’na çok şey kazandırmıştır. Bütün bunlara rağmen Türkiye’nin, şairine karşı tavrı çok manidardır. “Ülkesinde ve Türkçesinde” kitapları uzun yıllar basılmamış hatta basılanlar toplatılmıştır. Nazım, adeta Türkiye’de, “hastalıklı vakalar” olarak adlandırdığım bir takım siyasilerin korkulu rüyası olmuştur. Bir sabah uyandığında kapısını açıp gazetesine almaya giderken, yeni günün bahşettiği o temiz havayı içine çektikten hemen sonra bu dünyaya veda eder Nazım. Kalbi artık yorulmuştur. “Rüzgara karşı yürüyen adam”, şimdi başucunda bir ceviz ağacı ve Puşkin gibi evrensel aydınlarla birlikte Moskova’da uyumakta. Yazımı “Şili’nin Nazım’ı” Pablo Neruda’nın  şiirinden bir kesitle sonlandırmak istiyorum:

Niçin öldün Nâzım?
Ne yaparız şimdi biz
şarkılarından yoksun?
Nerde buluruz başka bir pınar ki
orda bizi karşıladığın gülümseme olsun?
Seninki gibi ateşle su karışık
acıyla sevinç dolu,
gerçeğe çağıran bakışı nerde bulalım?
Kardeşim,
öyle yeni duygular, düşünceler yarattın ki bende,
denizden esen acı rüzgâr
kapacak olsa bunları
bulut gibi, yaprak gibi sürüklenir
yaşarken seçtiğin
ve ölümden sonra sana barınak olan
oraya, uzak toprağa düşerler.
……………………



                                                                                              EMRE ÇELEBİ

PMOGenç İSTANBUL TAKSİME SAHİP ÇIKIYOR!



BASINA VE KAMUOYUNA



TMMOB Peyzaj Mimarları Odası Öğrenci üyeleri olarak biz PMOGenç’liler, Taksim’de Meydanı’yla, Parkıyla, yaya ve araç ulaşım kararlarıyla bir bütün olarak yapılmak istenen dönüşüm uygulamalarına DUR demek, alanın mevcut durumunu incelemek için bugün buradayız.
Ülkesel ve kentsel ölçekte önemli tarihi ve kültürel kentsel peyzajlarımızdan olan Taksim’in fiziki dönüştürme çalışmaları “yayalaştırma projesi” adı altında başlatılarak, araç trafiğinin yer altına indirilmesi amaçlanmıştır. Sadece araçların değil yayalarında hareketlerini yer altına alacak olan bu proje ile amaç ulaşımı rahatlatmak değil, amaç Taksim Gezisi’ne yapılması planlanan Topçu Kışlası’nın otopark ihtiyacının karşılanmasını sağlamaktır. Amaç, toplumsal belleğimizde önemli yeri olan, Türkiye’deki eylemlerin kitlesel gerçekleştiği, mücadelelerin simge mekânı Taksim Meydanı’nı işlevsizleştirmektir.
Çağdaş ulaşım politikalarına tamamen ters düşen bu uygulama ile oluşacak dalış rampaları ve istinat duvarları insanların güvenliğini tehlikeye sokacak, mevcut ulaşım sorunlarının artarak devam etmesine neden olacaktır. Aynı zamanda otobüs duraklarının da yer altına indirilmesi sonucu insanların egzoz dumanlarıyla baş başa bırakılması da söz konusudur. Taksim’de yapılan uygulamalar, insanların sağlığını ya da güvenliğini düşünerek değil tamamen sermayenin çıkarları ve ihtiyaçları düşünülerek hazırlanmıştır.
Bu vahşi müdahale sadece Taksim Meydanı’yla sınırlı değildir. Herhangi bir doğal afet anında insanların toplanabileceği tek kamusal açık yeşil alan olan Taksim Gezisi’de adeta korku filmi senaryosuyla karşı kaşıyadır. Yapılacak olan projeyle Parkın yerine Topçu Kışlası tekrar inşa edilecek, yeni rant alanı olarak sermayedarların iştahlarını kabartan bir tüketim merkezine dönüştürülecektir. Araç ve yaya ulaşımlarının “rahatlatılması” iddiasıyla meşrulaştırılmaya çalışılan bu proje ile alanın sadece fiziki durumu değil kullanıcı profili de dönüştürülmek istenmektedir.
Yapılan çalışmalar sonucunda; Taksim Gezisi’nde 500’den fazla, 30 farklı cinsten oluşan ağacın bulunduğu bilinmektedir. Bunlar 250 adet çınar, 25 adet ıhlamur, 20 adet fıstık çamı, 20 adet dişbudak, 30 adet meşe, 10 adet sedir, 10 adet çitlembik ve atkestanesi, manolya, akçaağaç ve adi porsuk gibi türlerdir. Yaklaşık 200 ağacın çapları 40 ile 100 cm arasındadır. Yaşları 40–70 yıl arasında değişen ağaçlar sahada en fazla bulunan ağaçlardır. Aynı zamanda yaşları 90–100 yıl arasında değişen çınar ve çitlembik gibi türler de bulunmaktadır. Sahadaki ağaçların %80’i sağlıklıdır.
Koruma Kurulu’nun Parktaki bu ağaçlara ilişkin henüz herhangi bir kararı olmadan ve uygulayıcılar tarafından gerekli izinler alınmadan Park şimdiden bir şantiye alanına dönüştürülmeye başlanmış, ya katliam tarzı budamalarla ya kök dilberine beton dökülerek ya da bulundukları yerden uygun transplantasyon koşulları sağlanmadan başka yerlere taşınarak ağaçlara zarar verilmektedir.
Konuya ilişkin İstanbul Büyükşehir Belediyesi Park ve Yeşil Alanlardan Sorumlu Daire Başkanlığı’nın hafta içi yaptığı yazılı bir açıklamada Çalışmalar tamamlandıktan sonra İstanbul Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kuruluna ağaçların nerelere taşındığı fotoğraflarla belgelenerek bilgilendirilecektir.”[1] denilmektedir. Bu açıklama uygulamaların bilimsel, teknik ve hukuki ilkelerden uzak yapıldığının da bir göstergesidir.
Bizler peyzaj mimarlığı öğrencileri olarak yetkililere soruyoruz:
- Koruma kurulunun izni olmadan ağaçlar nasıl budama adı altında kesilebiliyor? Nasıl taşınabiliyor?
- Ağaçların taşınmasından sorumlu olan kişi veya kişilerin meslekleri nelerdir? Bu kişiler yaşlı ağaçların taşınması konusunda teknik bilgiye sahip mi?
-  Ağaçların taşınmasında konuya dair teknik donanıma sahip neden bir peyzaj mimarı yok?
Yaşları 100’e kadar çıkan anıt niteliğindeki bu ağaçların, ihtiyaçtan yoksun beton bir kütlenin inşası için yok edilmek istenmesi, bölgenin akciğeri niteliğindeki bu alanın dönüştürülmesi (insanıyla, florasıyla, faunasıyla) bir canlı katliamıdır. Üzerleri aylar öncesinden işaretlenerek başlatılan bu katliam hemen durdurulmalıdır.
Biz PMOGenç’liler olarak;
Evrensel kuram ve ilkelerden, sanat, teknik ve bilimden yoksun, Taksim'i bir rant aracı haline getirmek için uygulanmakta olan tüm projelerin tarihsel bir hataya imza atılmadan derhal durdurulmasını talep ediyoruz.
“Yukarıya da hapsolan yaya aşağıya da” olmak istemiyoruz!
Bizler Taksim’e sahip çıkıyoruz!



[1] Açıklamanın tam metni: Taksim genelinde yapılan Altyapı çalışmaları dolayısıyla İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından ağaçların taşınması ve zarar görmemesi için görevlendirilmiş İki Mühendisin kontrol ve denetimi altında toplam kaldırılacak ağaç adedi 66 olarak belirlenmiştir. Ağaçlar Mühendislerin uygun gördüğü yerlere sağlıklı bir çalışmayla taşınmaktadır. Ağaçlardan 26 adeti 3 ila 5 yıllık olup fidan niteliğini taşımaktadır. 21 adet fidan Abide-i Hürriyet parkına taşınmış olup 5 adet ağacın altından doğalgaz ve Elektrik boruları geçtiği için dokunulmamıştır. Geriye kalan 40 adet ağacın 7 adeti Haliç Bölgesinde bulunan çeşitli parklara zarar görmeden taşınmış olup 33 adette aynı bölgeye taşınacaktır. Çalışmalar tamamlandıktan sonra İstanbul Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kuruluna ağaçların nerelere taşındığı fotoğraflarla belgelenerek bilgilendirilecektir. Yeşile ve doğaya İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Avrupa Yakası Park ve Bahçeler Müdürlüğü olarak zarar gelmesini bizde istememekteyiz kontrollü ve denetim altında yapılan çalışmaları takip ederek vatandaşlarımızı da bilgilendirmekteyiz.. İlginize teşekkür eder, iyi günler dileriz.